3 FİLM 1 KİTAP



BURAK GÖRAL İLE 3 FiLM 1 KİTAP

LEGO BATMAN FİLMİ Lego Batman Movie Yönetmen: Chris McKay 104 dakika, 13+ Kimse “Lego Filmi”nin 2014’ün en iyi filmleri arasında sayılacağını beklemiyordu belki de. Dört kişilik bir ekibin üzerinde emek sarfettiği öykü ve senaryosu çok zeki espriler ve dokundurmalarla doluydu. Sinema ve çizgi roman dünyasının kuşkusuz en sevdiği ve ilgi gösterdiği süper kahramanlarından biri olan Batman’in esas hikayeye misafir karakter olarak katılımıyla da eğlence dozunu arttırıyordu. Batman’in yalnızlığı, egosu, boğazından gelen sesi ve diğer belirleyici özellikleri, onun yer aldığı kısa bölümde bile o kadar güzel bir komedi malzemesi oluyordu ki, tadı özellikle yetişkin seyircilerin damağında kalmıştı. Şimdi karşımıza çıkan yeni Lego filmi, sadık uşağı Alfred’i, yardımcısı Robin’i, sığınağı Batcave’i, üst-kimliği Bruce Wayne’i ile tamamen bir Batman parodisi. Anne-babasının sokak serserileri tarafından öldürülmesinin ardından gördüğü üst düzey eğitimle suç dünyasının başketine dönüşmüş Gotham şehrine geri dönen zengin Bruce Wayne/Batman olanca popülaritesine rağmen yalnız, manik ve hüzünlü bir karakterdir diğer yandan. Azılı düşmanlarının en birincisi Joker’dir. Adeta varoluşlarını birbirlerine borçlular. Ama Joker bunu bir türlü kabul etmeyen Batman’in karşısına bu sefer en kötülerden oluşan bir çeteyi toplayarak çıkmaya karar verir. Tıpkı “Deadpool” gibi “Lego Batman Filmi”nin Batman’i de dördüncü duvarı yıkıyor ve seyirciyle diyaloğa giriyor. Bir filmin içinde olduğunun farkında olan bir Batman’i izliyoruz. Üstelik bu Batman, önceki tüm Batman filmlerini de bilmekte ve dalgasını geçmekte. Bu özellikleri “Lego Batman Filmi”ni tipik bir çocuk animasyonu olmaktan çıkarıyor elbette. Hatta daha çok yetişkinlere hitap ettiğini söylemek mümkün. Çünkü senaryo sadece tüm Batman külliyatını didik didik etmiyor, bu karanlık kahramanın iç dünyası ve ‘kahramanlık’ kavramı hakkında da güzel açılımlar yapıyor. Joker’in yardıma çağırdığı diğer kötüler ise yapımcı stüdyo Warner’ın haklarına sahip olduğu kötülerden oluşuyor: Harry Potter’ın Lord Voldemort’u, “Oz Büyücüsü”nün cadısı, “Yüzüklerin Efendisi”nin Sauron’u, Gremlinler, Godzilla ve King Kong. Bütün bu sürprizle dolu içeriğe Superman, Green Lantern ve Flash gibi misafir süper kahramanların da eklendiğini düşünün. Batman’in gösterişli mutsuzluğundan, benmerkezci yalnızlığından öyle güzel ve zeki espriler çıkarıyor ki film eğlenmemek elde değil. GİZLİ SAYILAR Hıdden Fıgures Yönetmen: Theodore Melfi Oyuncular: Taraji P. Henson, Janelle Monae, Octavia Spencer 127 dakika, 7+ “Gizli Sayılar”, Hollywood’un neredeyse her seferinde çok iyi kotarabildiği ve tarihlerinde sürüsüne bereket miktarda yeralan gerçek bir ayrımcılık hikayesini konu alıyor. 1960’ların başlarında NASA’da görevli üç siyah kadının karşılaştıkları türlü ırkçı tacizlere rağmen işlerini büyük bir sadakat ve ustalıkla yapmalarının hikayesi bu. 1960’ların ABD’si hırs yapmış bir şekilde Rusya’dan önce uzaya insan fırlatmanın derdine düşmüştür. NASA’ya bu konuda ciddi bir politik baskı vardır. Bir an önce uzayı da insanla doldurmak zorundadırlar! Afro-Amerikalılara karşı ırkçılığın had safhada yaşandığı bu yıllarda ülkenin en zeki insanlarını çalıştıran NASA’da bile siyah çalışanların tuvaletleri ve ofislerinin bulunduğu binalar beyazlarınkinden ayrıdır. Henüz büyük bir odayı kaplayan ilk IBM bilgisayar NASA’ya gelmemiştir. Dolayısıyla insan zekasına ve matematik bilgisine bugünden daha çok ihtiyaç vardır. Bu üç zeki kadından Dorothy sıkı bir yöneticidir ama hakettiği terfiyi bir türlü vermezler. Mary zehir gibi bir mühendistir ama eğitimi eksiktir çünkü sadece beyazların kabul edildiği bir üniversiteye alınmamaktadır. Katherine’in ise inanılmaz bir matematik zekası vardır ve onu yok sayamaya çalışan bir oda dolusu beyaz adamla aynı ofiste çalışmak zorundayken sözünü dinletmek konusunda zorluklar yaşar. Gizli Sayılar”ın bu üç yetenekli kadını tümüyle gerçek karakterler, her ne kadar etraflarına bir dizi hayali karakterler ekleyip, yaşadıklarını biraz daha sinematografik hale getirseler de birçok zorlukla karşılaştıklarından eminiz. Film daha çok içlerinden hikayesi en fazla malzeme veren Katherine’e odaklanıyor. ABD’nin ilk astronutunu uzaya göndermek ve sağsalim dünyaya tekrar indirmek için çalışan ekipte görev alıyor çünkü Katherine. Ancak film sık sık Katherine ve diğer kadınların hikayesini Amerika’nın uzay projesini desteklemek için bahane ediyor görüntüsü veriyor. Bunun yanısıra ABD’deki seksist ve ırkçı tavırların ne derece sert yaşandığına sürüyle film ve dizide şahit olmuş seyircinin, filmin finalinde her şeyin ne kadar kardeşçe ve kolayca çözüldüğüne pek inanası gelmiyor. “Gizli Sayılar” Katherine’in ikide bir işini bölüp başka binadaki siyahilere ayrılmış tuvalete gitmesini güzel bir buluş olarak çok sevmiş ama o kadar abartıyor ki bu buluşu neredeyse kızın tek yaşadığı sorunun bu olduğunu düşünmeye başlayacağız! Mary de çıktığı mahkemede derdini hakime öyle tane tane anlatıyor ki, hakim bizim Yeşilçam filmlerindeki Hulusi Kentmen gibi ‘tamam evladım’ deyiveriyor! ÖLÜMCÜL DENEY: SON BÖLÜM Resident Evil: Final Chapter Yönetmen: Paul W S. Anderson Oyuncular: Milla Jovovich, Iain Glen, Ali Larter 106 dakika, 15+ 2002 yapımı ilk “Resident Evil” filmi, çapına göre küçük bütçeli bir bilim-kurgu aksiyonu sayılır. Ama belli oranda türünün tatminkar örneklerinden biridir yine de. Nitelik anlamında hayli düşük ortalamalı video oyunlarından uyarlanan filmler arasında ‘iyi’ diyebileceğimiz filmlerden biriydi. Ancak sonra gelen devam filmleri bu zombilerle savaşan kadın kahraman döngüsünü bir adım daha ileriye götüremedi hiç. Orijinal oyundan başka kahramanlar da eklediler olmadı, Mad Max’e benzeyen bir devam filmi çektiler en kötüsü oldu. 80’ler zombi filmlerini taklit eden bir hikaye denediler olur gibi olsa da çok klişe kaldı. Ama bir şekilde bu altıncı filme kadar kör topal gelindi. “Son Bölüm” adıyla karşımıza gelen film, bütün bu hengameye bir son nokta koyacak ve bu can çekişen seriyi artık huzura erdirecek diye bekliyorduk ama anlaşılan son anda yine kıyamamışlar. Ama keşke tek kusuru da bu olsa! Zaten karanlık hikayesine ek olarak kapkaranlık sahneler ve perdedeki aksiyonu bize izletmemeye yemin etmiş bir yönetmenlik var filmde. Bu nasıl bir yönetmenlik anlayışı çözemedik, kamera yakın dövüş sahnelerinde resmen kavgaya karışmış gibi sürekli titriyor, hareket ediyor resmen kakafoniye ortak oluyor. Çok kısa planlar bu sahneleri takip edilemez bir hale sokuyor ve göz yoruyor. Sanki yönetmen kocaman bir fragman çekmiş! Halbuki biraz sakin olunabilse ilk filmde herşeyin başladığı yere dönüş yapma gayretindeki bu hikaye daha iyi yazılıp daha güzel çekilebilirdi. Milla Jovovich’in bu seriden de, zombilerle savaşmaktan da, Alice karakterinden de bıktığı, yorulduğu artık ses tonuna kadar yansıyor. Sanki silah zoruyla oynatmışlar! Madem bu kadar memnuniyetsizsin niye oynuyorsun diye sorarlar insana! Ukrayna doğumlu güzel aktris, bütün kariyerini zombilere feda etti resmen... *** YETENEKLİ BAY RIPLEY The Talented Mr. Ripley Patricia Highsmith Can Yayınları, 312 sayfa 1955’te yayımlanan “Yetenekli Bay Ripley” (The Talented Mr. Ripley) romanında Patricia Highsmith. Roman kısa zamanda dünya çapında büyük bir başarı yakalamıştı. Kendisiyle ‘biri’ olamayan kişinin, başkasının kimliğini işgal ederek biri olma çabasından yola çıkar Highsmith. Bir Amerikalı’nın Avrupa’da kendine bir kimlik araması gibi yani... Highsmith’in, Amerika’yı tam da komünizm korkusunun revaçta olduğu yıllarda bırakıp 1995’teki ölümüne kadar kendisini daha rahat hissettiği Avrupa’da yaşamayı seçmesini Amerikalı olmayı bir ‘hastalık’ gibi görmesine bağlayabiliriz. Eserlerinin çoğunda Amerikalılıkla ilgili kimi alaycı göndermeler yaparak da bunu açık eder. En çok da Tom Ripley romanlarında... Tom Ripley çok beceriklidir. Akıllıdır, sanattan, iyi yemekten, iyi müzikten kısacası iyi yaşamaktan anlar. Bir ‘yaşam gusto’suna sahiptir. Ama gusto sahibi olmak acı verici bir şeydir bazen, özellikle paran ve bir sosyal statün yoksa. Anne ve babasını bir deniz kazasında kaybetmiş ve duygusuz Dottie teyzesi tarafından büyütülmüş ‘orta direk’ bir Amerikalıdır Tom. Avrupalılaşmış bir zengin çocuğu olan Dickie Greenleaf’in hayatını (kimliğini) çalarak istediği gibi biri olabilir ancak. Halbuki ülkenin sayılı zenginlerinden olan Herbert Greenleaf onu İtalya’daki kıyı kasabalarında gününü gün eden (aslında ‘gerçek anlamda’ yaşayan) oğlu Dickie’yi Amerika’ya dönmesi konusunda ikna etmesi için tutmuştur. 26 yaşındaki Tom Ripley de yeteneğini kullanarak Dickie’yi bulur, onun bohem hayatına kolayca uyumlanır ve en yakın arkadaşı olmayı da başarır. Ripley, Dickie’yi öldürmeyi planlamaz aslında, Dickie’nin ona karşı değişen tavırları bir anda böyle bir karar almasına neden olur. Çünkü Dickie, hayatını kazanmak zorunda olmayan, zenginliğin ve statüsünün verdiği özgüvenle ömrünün sonuna kadar zaten rahat yaşayacağı açık, çok yetenekli olmasa da iyi huylu, cazip, enerjik ve ilgi çekici bir genç adamdır. Ve hiç yoktan hayatına giren, onu kız arkadaşından uzaklaştıran, bazen kendisini taklit ederken yakaladığı bu ‘arkadaş’tan sıkılmıştır artık! Tom Ripley yıllara yayılacak olan cinayet ve sahtekarlık kariyerinin en pişman olduğu bu ani cinayetine çok şey borçludur aslında. Bir süre Avrupa’yı Dickie’nin kimliğiyle turist gibi dolaşır, keyif çatar sonra yeniden tam zamanında Tom Ripley’e dönüşür, daha bir özgüvenle ve bol parayla yepyeni bir çevre edinmeye başlar. Artık kabul görebilir, saygı duyulur bir ‘kimliği’ vardır... Patricia Highsmith, Tom Ripley’i çok sever ve sevdirir. Biz de okuyucu olarak Ripley’i olanca tedirginliğimize rağmen anlarız ve onu merak içinde okuruz. Onun içindeki katil öngörülemezdir. Cinayeti son çare olarak görür, başka bir yolu yoksa hiç tereddüt etmez, etrafındaki pek çok eşyayı silah olarak kullanabilir. Bir kürek, ağır bir kültablası ya da dolu bir şarap şişesi... Zekası, soğukkanlılığı ve çok iyi geliştirdiği kendini koruma içgüdüsü Tom Ripley’i ve dolayısıyla okuyucusunu da hep zinde tutar.