3 FİLM 1 KİTAP



BURAK GÖRAL İLE 3 DVD 1 KİTAP

LOGAN Yönetmen: James Mangold Oyuncular: Hugh Jackman, Patrick Stewart, Dafne Keen 137 dakika, 15+ Wolverine yani Logan, önceki filmleri izleyenlerin en sevdiği mutantlardan biri. “X-Men” filmlerinin dışına taşan popülerliği onun kendine ait bir seriyle devam etmesini de sağladı. Ancak ilk iki filmin çizgi roman uyarlamaları ekseninde başarılı filmler olduğu pek söylenemez. Bu üçüncü film ise nihayet bu ayrıksı kahramana hakettiği itibarı sağlıyor. Logan’ı ikinci filmde bıraktığımız halden çok farklı buluyoruz. Yaşlı, aksak, alkolik ve süperkahramanlıktan çok uzakta. Gabriela adındaki Meksikalı bir kadın yanındaki sessiz kız çocuğuyla birlikte ona ulaşmaya çalışıyordur. Logan kısa bir süre sonra kendisinin özelliklerini çok hatırlatan Laura’yı, artık çok yaşlı ve hasta olan Profesör X ile birlikte güvende olacağı bir yere, Kanada sınırına götürmeye çalışır. Çünkü Laura, çocuk mutantlardan asker üretmeye çalışan bir grup ajandan kaçıyordur. Eski formundan çok uzakta olan Wolverine’in daha açılıştaki kavga sahnesinde her zamankinden vahşi bir macerayla karşımıza getirildiği açıkça belli ediliyor. Film boyunca ellerinden çıkan demir pençeleri, önceki filmlerde hiç olmadığı kadar kan sıçratıyor yüzümüze. Laura’nın da dahil olduğu kavgalar ise daha önce perdede çok sık şahit olmadığımız vahşilikte çocuk dövüşü sahneleri içeriyor. Çocukların bu kanlı aksiyona dahil edilmesinin filmin temasıyla yakın ilgisi var. Kimlikleri net olarak ortaya konmayan ajanlar onları daha doğumlarından itibaren birer proje olarak üretiyorlar. Ama Laura’nın da dahil olduğu bu mutant çocuklara öfkeyi bir türlü aşılayamıyorlar. Sonunda çocuklar bu zalimliğe daha fazla dayanamayıp doğaya sığınıyorlar. Logan da en başta gönülsüz ve fazlasıyla vazgeçmiş olsa da doğru olanı yapmaya karar veriyor. “Logan”, grafik şiddet anlamında tavizsiz bir sertlik barındırıyor ama diğer yandan acı çeken, pişmanlık duyan, güven sorunu yaşayan ve yaşatan karakterleriyle gerçek dünyaya yaklaşıyor. Hikayenin kimi boşlukları olmasına rağmen karakterlerin incinmişliği, içlerindeki çelişkiler ve yaptıkları fedakarlıklar filme kalben bağlanmanızı sağlıyor. DVD Ekstra: Silinmiş Sahneler, Yönetmen Sesli Yorumu NERUDA Yönetmen: Pablo Larrain Oyuncular: Gael García Bernal, Luis Gnecco, Mercedes Moran 107 dakika, 13+ Şili doğumlu bir dünya sanatçısıydı Pablo Neruda. 1930’lu yıllarda İspanya İç Savaşı’ndan çok etkilendiği için eserleri giderek daha politik içerikli olmaya başlamıştı. Güzelim aşk şiirlerine Güney Amerika ülkelerinin tarihine, insanlarının güç yaşam koşullarına ve talihsizliklerine değindiği şiirler de katılmış. 1945’te ülkesi Şili’de komünist partiden politikaya atılmış ve senatör seçilmiş. İki yıl sonra başkanın madenci politikalarına karşı sert muhalefet yaptığı için polis tarafından aranmaya başlamış. Zaten faşizme karşı her zaman duruşunu bozmadan mücadele eden sanatçı ülkesindeki politik çevreleri rahatsız ediyordu. Geçtiğimiz aylarda “Jackie” filmini de izlediğimiz Şili doğumlu yönetmen Pablo Larrain’in özenli filmi “Neruda”, ünlü şairin tam da bu zamanına odaklanıyor. Yani kendi ülkesinde kaçak konumunda yaşadığı o iki seneye. Ama Larrain’in filmi tıpkı “Jackie”de olduğu gibi tipik bir biyografi filmi değil. Yönetmen ikinci kez en zor şeyi yapmaya soyunmuş ve altından başarıyla kalkabilmiş. Önemli bir figürün hayatının küçük bir zaman diliminden yola çıkarak hem onun iç dünyasını hem de içinde yaşadığı toplumun ruh halini ortaya dökebilmek, gerçekten ustalık isteyen bir çalışma. Yönetmen, Neruda’nın kaçak hayatı yaşadığı dönemini kimi zaman polisiye tatlar da katarak anlatıyor. Neruda gözaltına alınacağını anladığı an, karısı Delia’yla birlikte evini terkeder ve yoldaşlarının ona sağladığı ve sık sık değiştirdiği güvenli evlerde diktatör rejimden saklanmaya çalışır. Arkasında bir gölge gibi onu takip eden polis dedektifi Oscar Peluchoneau’ya, her terkettiği evde bulması için bir polisiye roman bırakır. Bir kaçak ve bir polisten oluşan ana karakterlerinin hislerine odaklanıyor film. Böyle olunca tüm diğer kaçan-kovalayan filmlerinin en iyilerinde de olduğu gibi, avcının giderek ava dönüştüğü bir hikaye anlatıyor “Neruda”. Dedektif Oscar üzerinden otoritenin muhalif sanatçıyı ne kadar baskılarsa baskılasın kendisini komik ve kötü bir duruma soktuğunu asla farkedememesini işliyor. Kolay hazmedilen bir film değil “Neruda”. Yönetmen özellikle de Neruda’nın şiirlerindeki lirik uyumu yakalamayı arzulamış. Sakin ama son derece akıcı bir kamera kullanımıyla film boyunca kendisini ona bırakan seyircileri alıp götürüyor. Hem onu canlandıran aktör Luis Gnecco’nun etkili performansı sayesinde ünlü şarin dünyasını, hem de faşizmin sanatla ve sanatçıyla yaşadığı bu takıntılı ilişkiyi çok iyi anlıyoruz. İSTANBUL KIRMIZISI Yönetmen: Ferzan Özpetek Oyuncular: Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Mehmet Günsür 110 dakika, 13+ Film yönetmeni Deniz (Nejat İşler) bir roman yazmıştır ve yaşadığı elim bir olay sonrası İngiltere’ye kaçmış bir yazar arkadaşını çalışmalarına yardım etmesi için ailesiyle yaşadığı boğaz kıyısındaki kırmızı yalıya davet eder. Orhan adlı bu yazar film boyunca İstanbul aşığı şair Orhan Veli gibi (ya da Orhan Pamuk?), hem romanın gerçek kahramanlarını hem de İstanbul’u dinler. Bıraktığı bütün ‘kötü alışkanlıklar’ ise bu süreçte onu yeniden bulur. Alkole de sigaraya da yeniden başlar. Hatta romanın kahramanlarından, Neval’e de yasak bir aşk duymasına engel olamaz. Geçmişiyle de yeniden yüzleşir, eski acılar yeniden su yüzüne çıkar. Deniz’in esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolması, Orhan’ı giderek onun bıraktığı boşluğun içine çeker, bir dönüşüm yaşamaya başlar. Yönetmen Ferzan Özpetek, eski filmlerindeki duygu akışını son filmlerinde yakalamakta zorlanıyor. “İstanbul Kırmızısı”nda da böyle bir sorun var. Yönetmenin İtalya’da yaşıyor oluşu, ne kadar içine girse de İstanbul’a dışarıdan bakmasına yolaçıp, derinlere nüfuz etmesine engel oluyor. İstanbul’un giderek değişen çehresini filmde hiç kesilmeyen inşaat sesi, geceleri yükselen siren sesleriyle tariflemeye bu kadar takılmayıp karakterlerinin hikayelerine daha çok eğilmesi gerekirdi belki de. Ama Özpetek daha ilk sahnesinden itibaren o kadar bombardıman halinde İstanbul’un (ve de tabi ülkenin de) bugünkü haline vurgu yapıyor ki; sokaklarda tezahürat yaparak dolaşan gençler, otogarda asker uğurlayanlar, trafik kazasına kurban giden kağıtçı, terör olaylarına dikkat çeken gazete başlıkları, sağda solda çerçevenin kenarlarına sıkıştırılmış türbanlı kadınlar, insanın üzerine üzerine gelen polisler, sürekli eskiyi hatırlayan karakterler, devamlı istediği desteği göremediğinden şikayet eden Deniz’in ressam olmaya çalışan kardeşi (bakanlık fonu bekleyen sinemacılar mı kastediliyor acaba?), evin kürt hizmetlisinin filmin ana omurgasından ayrı, yama gibi duran hikayesi ardı ardına sıralanıyorlar. Yani temasının üzerinde adeta tepinen bir hikayeye dönüşüyor film ilerledikçe. İstanbul’un giderek soluklaşsa da hâlâ işlevini gören tutkusunu, yani kırmızısını anlatan bu hikayenin Deniz’ini, Yusuf’unu ve giderek Orhan’ını da kaybeden bir şehir profiline dönüşmesi hedefleniyor. “İstanbul Kırmızısı” profesyonel prodüksiyonu, iyi müzikleri, şıkır şıkır parlayan görüntülerine rağmen bu ‘dışardan bakış’ı sürekli hissettirdiği ve her şeyi birden anlatabilme paniği yüzünden hedefini tam onikiden vuramıyor maalesef. **** KÂTİP BARTLEBY Bartleby, The Scrivener Herman Melville İş Bankası Kültür Yayınları, 90 sayfa Hemen herkesin Moby Dick ile bildiği yazar Herman Melville’in bu uzun öyküsü bizi şahane bir karakterle tanıştırır. 19. yüzyılda New York’ta Wall Street’teki bir hukuk bürosunda çalışan katip Bartleby’a avukat patronu hiçbir iş yaptıramamaktadır. Kendisine teklif edilen her işi “şu an bunu yapmamayı tercih ederim” gibi kolay da karşılık verilemeyen bir cümleyle reddetmektedir. Yaptığı iş, aslında henüz fotokopi makinesi icat edilmediği için evrak kopyalamak, banka işlerini yürütmek gibi basit işlerdir. Ama patronu Bartleby’e bir türlü iş yaptıramamakta, ama bir yandan da ona davranmaktan imtina etmektedir. Aslında Melville’in öyküsü pasif bir direnişin öyküsüdür. Öykünün kahramanı Bartleby’nin çalışmamayı, onun yararına bile olsa kendisinden istenen hiçbir şeyi yapmamayı tercih etmesi aslında yaşamamayı da tercih etmesidir. Yani bir reddedişden çok tercih etmeme hali vardır. Onu bu kadar ilginçleştiren şey de tam olarak budur. Hikaye bir direniş hikayesi gibi başlayıp bir teslim oluşa doğru ilerlemekte. Hüzünbaz finalinde ise Bartleby’nin neden hayata karşı böyle bir tercihte bulunduğu patronu tarafından bir söylentiye dayandırılarak anlatılmakta. Doğrusu okuyucuyu yüreğinden yaramayı başaran bir serim örneği veriyor tam burada Melville. Anlaşılan Bartleby’nin yaptığı pasif bir direnişten ziyade pasif bir intihardır. Edebiyat tarihinin en trajik, romantik ve hüzünlü karakterlerinden biridir. Uzun hikaye türünün en iyi örneklerinden biri olan “Katip Bartleby”nin ana öznesi bizzat Bartleby olsa da, hikayenin anlatıcısı olan patron da enteresan bir kişilik. Kendisi Bartleby’nin bu hareketlerinin arkasında bir trajedinin olduğunu hissetmekte, onu kötü davranmamak ya da bir yaptırımda bulunmamak için, ne kadar çıldırırsa çıldırsın kendi içinde yoğun bir mücadele vermektedir. Patronun, Bartleby’e olan duyguları nefret ile yoğun bir sevgi arasında gidip gelmektedir adeta.