3 FİLM 1 KİTAP - 25 Ekim



BURAK GÖRAL İLE 3DVD 1 KİTAP

OSMANLI SUBAYI The Ottoman Lieutenant Yönetmen: Joseph Ruben Oyuncular: Michiel Huisman, Hera Hilmar, Ben Kingsley 106 dakika, 7+ I. Dünya Savaşı’nın başlamasına aylar kala Amerika’daki ırkçılıktan bıkan genç hemşire Lillie, Doğu Anadolu’da, Van’da gönüllü doktorluk yapan Jude’un konuştuğu bir bağış seminerinde anlattıklarından etkilenir. Bağışlarını elden teslim etmeye karar vererek altı ay sonra soluğu İstanbul limanında alır. Henüz daha limandayken tanıştığı Osmanlı teğmeni (altyazılarda nedense yüzbaşı olarak değiştirilmiş hep!) İsmail’den etkilenir. Ona tavsiye edildiği üzere yolculuğunda kendisine askeri muhafız olarak İsmail’in eşlik etmesini ister. Lillie Van’daki Amerikan vakıf hastanesine vardığında hemşirelik görevine başlar. Ancak kendisinden hoşlanan Jude ve İsmail arasında kalır. İki adamın aralarında sadece Lillie rekabeti yoktur. Jude bölgede giderek kızışmaya başlayan Türk-Ermeni geriliminde Ermeni tarafı haklı buluyor ve İsmail’e önyargıyla yaklaşıyordur. Oysa İsmail hem iyi bir asker hem de müthiş bir aşıktır! Önümüze gelen bu Türk-Amerikan ortak yapımının başarmak istediği iki amaç var: güçlü bir aşk hikayesi anlatmak, Türk-Ermeni meselesinde çok da derinlere dalmadan Türk tarafın işine yarayacak bir yorumda bulunmak. Ama filmin ikisini de yapamadığını rahatça söyleyebiliriz. Filmde Lillie ve İsmail arasında gelişmesi gereken aşk, seyirciye hiç geçemiyor. Ne tanışmaları için etkileyici bir sahne tasarlanabilmiş, ne de sonrası için. Film bölgede konuşulan dil konusuna bazı diyaloglarda dikkat çekmesine rağmen (Lillie her sevdiği kelimenin Türkçesini soruyor neredeyse!) başta İsmail olmak üzere Türkler kendi aralarında İngilizce konuşmaktalar. Madem önemli karakterler İngilizce konuşacak niye araya tek tük Türkçe kelime yerleştiriyorsunuz? Kaldı ki film bize ne o tarihlerdeki Anadolu’yu hissettirebiliyor ne de bölge insanını doğru düzgün gösterebiliyor. Türk-Ermeni meselesine gelince; bazen ülkeler kendi tarihleri hakkındaki yaygın fikirleri ‘düzeltmek’ için sanatı kullanırlar. Filmler, kitaplar, eserler sipariş ederler. Bunların kötü yapılmış olanları genellikle sipariş edildiklerini hemen belli ederler. En azından profesyonel gözler bu çabayı kolayca ayırt edebilirler. “Osmanlı Subayı” 1915’de bu topraklarda çok sayıda Ermeni vatandaşın öldüğünü kabul ediyor. Ama çok bağırgan gözüküp de bu konuda ne kadar hassas olunduğunu belli etmemek için ürkekçe, kısık kısık ortadan yürümeye çalışıyor. Birkaç diyalogla zayıf bir neden-sonuç ilişkisi kurmak istese de çok etkisiz kalıyor. “Game of Thrones”dan tanıdığımız Michiel Huisman fiziken bir Osmanlı subayı olabilmiş ama askerlerine ‘come on get here!’ diye seslenince olmuyor tabi ki! Filmin esas kızı Hera Hilmar da etkili bir oyun koyamıyor ortaya. Ben Kingsley’i ise herhalde hayatının en kötü performansında izliyoruz, oyuncu sanki bu filmi kabul ettiğine pişman olmuş gibi oynuyor. Gelgelelim Halil Paşa rolünde izlediğimiz Haluk Bilginer’in akıcı İngilizcesi filmdeki yabancı oyunculardan bile daha doğal geliyor kulağa. Ama göründüğü üç beş kısa sahnede de etki yaratabilmesi pek mümkün olamıyor maalesef. MUMYA The Mummy Yönetmen: Alex Kurtzman Oyuncular: Tom Cruise, Sofia Boutella, Annabelle Wallis  110 dakika, 15+ Hollywood’un köklü film stüdyolarından biri olan Universal’in elinde 1930-1960 yılları arasında yapılmış bir dizi korku klasiği var. Herbirinin güçlü edebiyat kaynakları bulunmakta ve stüdyo bu klasiklerin dünya haklarını uzun zamandır da elinde tutmakta. “Mumya”, “Frankenstein”, “Doktor Jekyll ve Bay Hide”, “Van Helsing”, “Görünmez Adam”, “Dracula” ve “Kurtadam” gibi klasikler bunlar ve Universal da bu karakterlerin filmlerini yeni bir anlayışla tekrar çekip adına “Karanlık Evren” adını verdikleri bir korku/macera serisi başlatma kararı almış. Bu serinin karşımıza çıkan ilk filmi “Mumya”, elbette 1999’da başlayıp bir anda tüm dünyada Mısır tarihi üzerine bir merak uyandıran üç filmlik serinin bir uzantısı değil. O filme de eski uyarlamalarına da küçük göndermeler yapan bir hikaye kurgusu var. Yani yine kötülüğü yüzünden canlı canlı mumyalaştırılıp lanetlenmiş bir karakterin günümüzde yol açtığı kargaşa anlatılmakta. Hırsı yüzünden babasını yeni karısı ve çocuğuyla katleden Ahmanet adlı genç büyücü kadının mezarı Amerikan ordusuna ait bir İHA’nın Ortadoğu’daki iki askeri kurtarmak için attığı füze sayesinde açığa çıkar. (bu noktada alttan alta açılacak bir politik damar bekliyoruz ama çıkmıyor) Bu iki askerden biri Tom Cruise’un canlandırdığı Nick Morton adlı fırsatçı bir adamdır. İkinci büyük hatayı da o yapar zaten ve Ahmanet’in kendisini etkisi altına almasına izin verir. Olanlar onu ve esrarengiz bağlantıları olan Jenny adlı genç bir tarihçiyi İngiltere’de büyük bir ölüm kalım savaşının içine sürükler. Tom Cruise’u “Vampirle Görüşme”den beri böylesi bir korku/fantastik hikayenin içinde izlememiştik. Cruise gibi bir superstarın varlığı filmde başarılmak istenen karışımın da bir türlü tutturulamamasına neden olmuş sanki.. Birçok usta senaristin elinin değmesine rağmen 1999’da izlediğimiz “Mumya” kadar eğlenceli olamıyor mesela film. Zaten adı “Karanlık Evren” olarak sınırlanmış bir seriden bahsediyoruz. Peki karanlığın hakkını tam olarak verebiliyor mu? Orada da arıza var açıkçası. Çok paralar harcandığı belli olsa da çok büyük ve heyecanlı sekanslar kurulamamış. Yönetmen Alex Kurtzman uçak kazası sahnesini, kilisede zombilerle kavga sahnesini ve devamındaki araba kazası sahnesini elinden geldiğince şenlikli hale getirmiş. Ama Russel Crowe’un canlandırdığı ve bütün serinin muhtemelen merkez karakteri olarak tasarlanan (Marvel’in Nick Fury’si, DC’nin Batman’i) Dr. Jekyll etkili bir katalizör olamıyor. Nick ve Jenny arasındaki kimyaya yeterince ikna olamıyoruz. Beklenen ölçüde bir mizah yok. Bir ara Nick’in ölü arkadaşı John Landis’in yine bir Universal klasiği olan filmi “Amerikalı Kurtadam Londra’da”ki gibi mizahi bir tonda kullanılıyor, ama yine de güçlü yazılamamış o sahneler. Ancak “Mumya”nın yine de çok eğlendiren birkaç güzel sahne var. Başlı başına uçak sahnesi, Jenny ile Nick arasında geçen paraşüt diyaloğu ya da Jenny’nin Nick’e ‘hadi git patakla şunu” dolduruşundan sonra Nick’in Ahmanet’ten dayağı yediği sahne mesela... Ama arızalı final, Russel Crowe’un Jekyll karakteri ve kimi sahnelerin tatsızlığı eğlenceyi bölmüyor değil... SEFİLLER Les Misérables Yönetmen: Tom Hooper Oyuncular: Hugh Jackman, Russel Crowe, Anne Hathaway 158 dk.
 Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri ve ateşli bir demokrasi savunucusu olan Victor Hugo, ölümsüz eseri “Sefiller”i, ülkesi Fransa’dan uzakta, mecburi sürgünündeyken yazmıştır. Hugo imparatorluk rejimine karşı çıktığı ve halkın çıkarlarını gözettiği için sürgündeydi. “Sefiller” dahil en güzel eserlerini de bu sürgün yılları sırasında yazmıştı. Bu yüzden “Sefiller” acıyla yoğrulan karakterlerinin hikayelerini yine acıyla yoğrulmuş bir dille anlatır. “Sefiller” Hugo’nun en halkçı romanıdır. Geniş kitleleri kendisine hayran bırakan roman, Fransız Devrimi’nin ardından yaşanan hayal kırıklığının, çöküşün fakir halk üzerindeki etkisi ve içlerinde yanan isyan ateşinin nasıl da yavaş yavaş canlanmaya başladığının hikayesini anlatır. Hugo’nun bu dev eseri üç güçlü ayak üzerinde sapasağlam yükselir. Birincisi elbette ezilen bütün bir halkı temsil eden ana kahramanı Jean Valjean’ın, kişisel bir hikayesi gibi duran, iyilik ve adalet duygusunun aranışı... İkincisi onunla koşut olarak yükselen halkların eşitliğini zemin alan meşhur barikatların kurulduğu 1832 ayaklanması... Üçüncüsü de daha geri planda duruyor gibi olsalar da kadın kahramanlarının haberlediği erken bir kadın hareketi... Aslında hepsi temelde tek bir temaya hizmet ediyor, o da “insanın ‘insanca’ yaşaması gerektiği”... Roman; televizyon ve sinemaya defalarca uyarlandı. Ama 1980’lerde Fransa’da sahnelenmek üzere bir müzikal olarak tasarlandığında, yaratıcıları Fransız müzisyenler Claude-Michel Schönberg, Alain Boublil ve Jean-Marc Natel’in (sözleri başarıyla ingilizceye çeviren Herbert Kretzmer’i de unutmamalı) aklına bunca yıl birçok ülkede sahnelerde kalacağı gelmemiştir büyük olasılıkla... Ne de olsa daha 80’lerde bile çok ‘izlenmiş’ bir hikayeydi “Sefiller”. Ama hikayenin muhatabını hemen avucunun içine alan o yoğun duygusu farklı formlarda da karşımıza çıksa hep yakalıyor insanı bir şekilde. Tom Hooper’ın filmi bu müzikali temel alıyor. Dev bir eserden yaratılmış olsa da bir tiyatro sahnesine mecburen ‘sıkıştırılmış’ yapıdaki metni Hooper tam da layığıyla görselleştirmeyi başarıyor ki, açıkçası sahneden uyarlanan filmlerde de insan önce bunu arıyor... Hooper karakterlerin gözlerine ve yüzlerine odaklanıyor film boyunca. Onlar şarkılarını söyledikçe, ağladıkça, acı çektikçe ya da her ikileme düştüklerinde iyice yaklaştırıyor yüzlerine kamerasını... Kadrajın sağına ya da soluna, köşeye alıyor karakterlerini... Hep bir şekilde kenardalar ve bir köşeye itilmişler sanki... Bir anlık bir dürtüsüne yenik düşerek hırsızlık yapan ve ömrü boyunca bunun yükünü sırtında taşıyan ‘vicdan sahibi’ Jean Valjean ya da sokaklara düşen zavallı Fantine’in haketmedikleri yaşamlara olan mahkumiyetleri gibi, Jean Valjean’ı sıkı sıkıya bağlı olduğu görevi gereği kovalayan, hikayenin ‘kötü’sü Javert de bir nevi kendi gururunun ve hırsının mahkumudur... Hooper her ne kadar karakterlerinin yakın planlarına sıkı sıkıya bağlı olsa da filmin nefes almasına sık sık olanak sağlayan kuşbakışı ya da genel planlara da yer açmış yeterince. Hikayenin ‘ilahi’ dokusuna da hizmet eden bir ‘herşeyi gören göz’ zaman zaman kendisini hissettirmekte. Hugh Jackman’ın Jean Valjean olmak konusundaki tutkusu, nefes nefese söylediği şarkılarda da bellli ediyor kendisini. Dünya edebiyatının bu en sevilen kahramanlarından birinde gerçekten de doğru notalara basmayı biliyor her iki anlamda da. Anne Hathaway’in Fantine’si ise kuşkusuz beyazperdenin şimdiye dek izlediğimiz en yürek yakan Fantine’si. Fantine’nin gözyaşları ilk kez bu kadar gerçek, acısı ve kızına duyduğu özlem ilk kez bu kadar ‘sahici’. Şarkı performanslarında Russel Crowe’u önce bir süre yadırgasanız da herkes sonra yerli yerine oturuyor. Ama Jackman ve Hathaway’den sonra Marius rolündeki Eddie Redmayne de akılda kalıcı bir performans sunuyor. Yetişkin Cosette’te izlediğimiz Amanda Seyfried de “Mamma Mia”daki rahatlığını sürdürüyor... “Sefiller” klasik hikayelerin neden hâlâ klasik olduklarının en güzel kanıtlarından biri... *** GABRIEL GARCIA MARQUEZ’E GİRİŞ Gerald Martin Can Yayınları, 240 Sayfa  “İnsanın yalnızca bir hayatı vardır. Bunun anlamı, doğduğumuz andan itibaren adaleti hak ettiğimiz ve hem kendimiz hem başkaları için onun uğruna mücadele etmemiz gerektiğidir; ama bir yandan da her fırsatı değerlendirerek hayatın tadını çıkarmamız lazımdır. Kariyerinin başındaki eserlerde davayı açıkça savunmadığı için García Márquez’i lanetleyen solcu eleştirmenler, Bahtinci karnavalesk görüşü de, aynı şekilde, daima lanetlemişlerdir. Bu görüşe göre karnaval, insanların baskıdan (ya da iktidardan) kısa bir süre de olsa kaçarak hayatın şiddetini, parlaklığını, hatta (en çok da aşk ile vücuda gelen) geçiciliğini kutlamalarının bir yoludur. Hiçbir yazar bu kavramları García Márquez kadar etkili biçimde aktarmamıştır, onu bu yüzden okuruz ve elbette bizden çok sonraki nesillerin dünyadaki tek şanslarını değerlendirdikleri gelecekte de okunmaya devam edecektir.” Gabriel García Márquez’e Giriş, yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından Gabriel García Márquez’in yaşamındaki dönüm noktalarına, kariyerine, eserlerine ve siyasi görüşlerine ışık tutan bir çalışma. Latin Amerika edebiyatının önde gelen eleştirmenlerinden Gerald Martin, Cambridge Üniversitesi yayını olarak basılan Gabriel García Márquez’e Giriş adlı bu kitabında, Márquez’i ve yapıtlarını hem tanıtıyor, analiz ediyor hem yer yer sertçe eleştiriyor. Ama tüm sert eleştirilerine rağmen García Márquez’in usta yazarlığı önünde şapka çıkarmadan da yapamıyor. Gerald Martin, Nobel ödüllü yazarın iktidar ve aşk eksenli edebî eserleriyle yaşam deneyimleri arasında köprüler kurarak samimi bir “Gabo” portresi çiziyor. Gabriel García Márquez’e Giriş, Nobel Ödüllü yazarın külliyatının yanında durmayı hak eden, önemli bir eser.