3 FİLM 1 KİTAP - 26 EYLÜL



BURAK GÖRAL İLE 3DVD 1 KİTAP

AŞK VE SAVAŞ On The Milky Road Yönetmen: Emir Kusturica Oyuncular: Emir Kusturica, Monica Bellucci, Sloboda Micalovic 125 dakika Kariyerinin altın çağını başlatan “Çingeneler Zamanı”, ardından gelen “Arizona Rüyası” ve “Yeraltı”ndan sonra Saraybosna doğumlu Sırp yönetmen Emir Kusturica’nın filmlerinde bir kan kaybı yaşanmadı değil. Yine neşeli, ritmik ve şenlikli filmler oldular ama “Çingeneler Zamanı” veya “Yeraltı” kadar alegorik, güçlü ve kalıcı filmler yapamamaya başladı yönetmen. Kusturica yeni filmi “Aşk ve Savaş”ta yine bildiğimiz kıpır kıpır üslubuyla buluşturuyor bizi. Bosna savaşı sırasında sütçülük yapan Kosta, sağında solunda kurşunlar vızıldasa da mutludur. Kasabanın en güzel kızı Milena ona aşıktır. Evlenmeleri için ağabeyinin savaştan dönmesini bekliyordur. Milena ağabeyi için de mültecilerin arasından bir gelin bulmuştur. Nevesta, İtalyan-Sırp melezi güzel bir kadındır. Kıskanç ve ‘hayır’dan anlamayan eski erkek arkadaşından saklanmak için mültecilerin arasına karışmıştır. Ancak Kosta’yla aralarında bir bağ oluşur ve bu bağ giderek büyük bir aşka dönüşür. Bundan sonra olaylar kimsenin pek de tahmin edemeyeceği gelişmelere sürüklenir. Yönetmenin dünyasını sevenler için bir noktaya kadar içinde kaybolmayı sevecekleri bir aşk hikayesi bu. Ama eğer Kusturica’nın pek de hayranı değilseniz, onun uçuk kaçık bazı buluşlarını, efekt olduklarını bağıran kimi görsel numaralarını yadırgayacaksınızdır. Yönetmen ‘doğanın aşıkları koruduğu’ fikrine de fazla abanmış. Özellikle de Kosta ve Nevesta’nın düşman askerlerinden kaçtıkları bölüm bu yüzden fazla şişiyor. Ama finaldeki duygusallık gerçekten son yıllardaki Kusturica filmlerinde pek rastlanmayan bir melankoli barındırıyor. “Aşk ve Savaş”ın güçlü olduğu yerler, tıpkı “Çingeneler Zamanı”nın ana karakterleri kendine has bir mizah anlayışıyla bir araya getiren ilk yarım saatini çağrıştan başları ve duygusal, melankolik finali. Buraların güzel yıldız Monica Bellucci’nin hikayeye girmeden önceki ve çıktıktan sonraki bölümler olması ise enteresan. Çünkü ne kadar iyi bir oyuncu olursa olsun Bellucci’yle Kusturica atmosferinde bir kan uyuşmazlığı hissedilmiyor değil. Oysa Milena’yı canlandıran Sloboda Micalovic hem güzelliğiyle hem de onu ışıl ışıl parlatan enerjisiyle çok daha fazla bir etki bırakıyor seyircide. LION Yönetmen: Garth Davis Oyuncular: Dev Patel, Nicole Kidman, Rooney Mara 118 dakika Seçilmiş gerçek hikayelerden uyarlanmış filmlerde bazen yanıltıcı bir durum vardır. Kimi hikayeleri gerçekten yaşanmış olmaları daha da güzelleştirdiği için bu filmler kimi zaaflarını bu hikayelerin duygusallıkları ya da inanılmazlıkları sayesinde kapatabilirler. Ama sinema enteresan bir sanattır. Filmin başına istediğiniz kadar 'bu gerçek bir hikaye' diye yazın, siz inandırıcı anlatamazsanız, bu 'gerçek hikaye' inandırıcı bir senaryoyla buluşmadıkça ortada bir sorun var demektir.
Hindistan'da çok fakirlik çeken bir ailenin küçük çocuğu Saroo abisine yardım etmek için bir gece tren istasyonuna kadar ona eşlik eder. Ancak küçük Saroo o gece bir dizi yanlışlık eseri kendisini evinden çok uzağa giden bir trenin içinde bulur. Saroo sokaklarda çok zor zamanlar ve tehlikelerden geçtikten sonra bir şekilde Avustralyalı bir çiftin yanına evlatlık olarak verilir. Kaderi tümüyle değişmiştir. Sonra birden hikaye 20 yıl sonrasına atlar. Saroo bir anda gerçek annesini araştırmaya karar verir. Bunun için de en çok internetten ve Google’dan faydalanır. Saroo’nun küçüklüğünde yaşadıklarını anlatan ilk bölüm çok sağlam başlayıp ilerlese de, bir anda 20 yıl atlaması seyirciyi bir parça koparmıyor değil. Sorunlar da buradan itibaren başlıyor zaten. Hikaye öyle bir savruluyor ki sonunda elimizde sadece 'iyi ki google varmış' cümlesi kalıyor. Saroo'nun o 20 yıl boyunca Avustralyalı aileyle kurduğu ilişki hakkında pek bir şey bilmiyoruz. 20 yıl boyunca annesini hiç merak etmemiş de ‘google earth’ gibi bir teknolojinin gelmesini mi beklemiş? Saroo eski evinin sokağını bulana kadar, imkanları olmasına rağmen neden hep uzaktan google kullanarak arama yapıyor da araştırmasının bir noktasından sonra Hindistan'a gerçekten gidip de yerinde araştırmıyor? Avustralyalı ailenin aldığı diğer Hintli çocuk neden o kadar sorunlu, neden iyileşemiyor ve filmde niçin o kadar yer tutuyor? Saroo'nun kız arkadaşıyla yaşadıklarının ana hikayeyle bağı neden bir türlü kurulamıyor? Bu haliyle yama gibi duruyor ve Saroo’nun kararlarında etkili de olamıyorsa neden izliyoruz aralarında olan bitenleri? Bunların hepsi gerçek hikayenin içinde vardır elbette ama mesele bu cevapları iyi bir senaryoda verebilmek, karakter ve yan hikayeleri birbirine aynı temanın içinde ustaca bağlayabilmek. Bu arada Saroo’nun çocukluğunu oynayan Sunny Pawar sempatisiyle ve yeteneğiyle göz doldururken Oscar adayı Nicole Kidman da doğal bir performans gösteriyor. Saroo’nun büyüklüğünü oynayan Dev Patel ve kızarkadaşı rolünde izlediğimiz Rooney Mara ise senaryonun handikapları yüzünden zayıf kalıyorlar. “Lion” yine de duygusal bir hikayeyi güzel görüntüler eşliğinde anlatmayı başarıyor ama senaryo zaafları, onları görebilenler için rahatsız edici boyutta... SAHİL GÜVENLİK Baywatch Yönetmen: Seth Gordon Oyuncular: Dwayne Johnson, Zac Efron, Alexandra Daddario 116 dakika, 15+ İlk sezonu 1989’da yayınlanan “Sahil Güvenlik” dizisi, özellikle benim kuşağımın erkeklerinin tam da ergenlik zamanlarına denk gelir. David Hasselhoff’un “Kara Şimşek” dizisinin bitiminden birkaç sene sonra yıldızlaştığı başka bir kült diziydi “Baywatch”. Los Angeles’da Malibu kıyılarında görev alan bir cankurtaran takımının maceralarını anlatan dizi aslında ilk sezonuyla büyük bir başarı sağlamamıştı ama giderek ABD dışındaki ülkelerde de dikkat çekince devamı geldi. Bu kırmızı mayolu ekipteki güzel kadınlar arttı, yer değiştirdi ve 90’ların en gözde kadınlarının bazıları bu dizide endamlarını gösterdiler: Erika Eleniak, Gena Lee Nolin, Krista Allen, Carmen Elektra, Pamela Anderson ve diğerleri... Her bölümde başlayıp biten hikayelerin pek bir önemi yoktu, izlenir izlenmez de unutulurlardı zaten! Önemli olan bu güzel kadınların sahilde ağır çekimle koştuklarını göstermekti. Yıllar sonra gelen bu sinema uyarlamasında Hasselhoff’un yerini antipati abidesi Dwayne Johnson almış. Güzel yüzlü ama kısa boylu Zac Efron serinin yakışıklı oğlanı Max Brody rolünde. Ekibin kızları da dizidekiler gibi daha çok dikkat çekici vücutlarını öne çıkaran figürler olarak yeralmaktalar. Hikaye ise son derece önemsiz. Zengin bir kadın Malibu sahillerindeki gayrımenkulleri birer birer eline geçirmektedir. Bunu da uyuşturucu ticaretiyle sağlamaktadır. Sahil Güvenlik ekibinin başı olan Mitch de ekibe yeni aldığı üç elemanına hem işi öğretmekte hem de birlikte bu güzemli polisiye olayı çözmeye çalışmaktadır. Bir mantık zinciri kurmaya bile çalışamıyorsunuz, olaylar o derece hafif ve zayıf bir bağla birbirine bağlanmış. Filmin en büyük sorunu ise ne ciddi bir komedi/macera filmi ne de gevşek tuvalet mizahlı bir komedi tonu tutturabilmesi... İki arada bir derede kalmış tatsız bir seyirlik. Aslında bir polisiye hikaye üretmek zorunda kalmasa, kendisini mesela “Felekten Bir Gece”deki (The Hangover) gibi tümüyle eğlenceye bıraksa daha doğru bir strateji olurmuş. Ya da seks içerikli esprilerin dozajını arttırıp “Amerikan Pastası” (American Pie) gibi bir komediye ulaşabilirdi. Mizahıyla birkaç yerde gülümsetse de çabuk unutulan ve parlak bir zeka gerektirmeyen espriler çoğunlukta. Hikaye de güçlü olmayınca film yarısından itibaren sarkıyor ve giderek zevksizleşiyor. Alexandra Daddario ya da Hindistanlı seksi yıldız Priyanka Chopra’nın fiziksel dopingleri de yeterli gelmiyor doğrusu. *** İŞTE DALI Catherine Ingram Hep Kitap, 80 sayfa Çok kısa bir zamanda yayın dünyasına hızlı bir giriş yapan Hep Kitap yayınevinin ‘İşte’ dizisi hem kolay okunan ve hiç sıkıcı olmayan farklı tasarımıyla, hem de sade diliyle bu konuda güçlü bir referans oluşturuyor. Öncelikle “İşte” dizisindeki her kitap gibi “İşte Dali” de ünlü Katalan sürrealist ressam Salvador Dali’nin biyografisini başından sonuna anlatmak gayretine düşmüyor. Sanat tarihçisi Catherine Ingram, illüstrasyon sanatçısı Andrew Rae’nin de eğlenceli katkıları eşliğinde Dali’nin kısa aile geçmişinin ardından onun kişiliğini ve sanatını şekillendiren kimi özelliklerine vurgu yapıyor. Ailesinin daha önce kaybettikleri oğullarının adını taşıyan Salvador, şımartılarak el bebek gül bebek yetiştiriliyor ve yüksek egosu da belki bu yetiştiriliş tarzından ona miras kalıyor. Ama bu egoyu sanatında özgün ve özgürce bir tavırla kullanıyor Dali. Sinema ve fotoğrafa olan düşkünlüğü ona çağdaşlarından farklı ilhamlar veriyor. 1920’lerin sonunda gerçeküstücülük akımına yönelen Dali özellikle rüyalardan beslenen tablolarıyla dikkat çekmeye başlıyor. 1929’da okul arkadaşı Luis Bunuel ile “Bir Endülüs Köpeği” (Un Chien Andalou) filmini yapıyorlar. Kitapta sinema tarihinin bu önemli eserlerinden biri sayılan bu sürreal filmi güzel bir yazıyla inceliyor Ingram. Yine 1929’da evli bir kadınla yaşadığı aşk yüzünden babası tarafından reddedilen Dali’nin sanat kariyeri de giderek yükseliyor. Kitap onun ölümsüz eserlerine ve çalkantılı hayatında keyifli bir sörf yaptırıyor okuyucusuna...