3 FİLM 1 KİTAP



BURAK GÖRAL İLE 3 DVD 1 KİTAP

TÜM SIRLARIN SAHİBİ KIZ The Girl With All the Gifts Yönetmen: Colm McCarthy Oyuncular: Gemma Arteron, Glenn Close, Sennia Nanua 111 dakika, 15+ Sinemada zombiler iki şekilde temsil edildiler genellikle; çirkin, şekilsiz ve akılsız vahşiler olarak batı medeniyetinin sonunu getirmeye çalışırlar. Ama azınlıktaki bazı zombi filmleri de tam tersi bir insanlık eleştirisine yelken açarlar. İnsanın akıla, bilgi ve yeteneğe sahip olmasına rağmen ayrımcılığa, ırkçılığa devam etmesi ve hırslarına yenik düşmesinin bir cezasıdır zombiler. Çocuk zombilere ilk kez “Tüm Sırların Sahibi Kız”da rastlıyor değiliz elbette, ama zombi çocukların normal çocuklar gibi göründüğü ve eğitilebildikleri ilk film diyebiliriz. Üstelik faşizan bir eğitim sistemi bu, çocuklar tek kişilik hücrelerde tutulmakta. Tekerlekli sandalyelere bağlanarak silahlı askerlerce etrafları sarılmış bir şekilde zoraki bir müfredattan geçirilmektedirler! Zeki ve çok insancıl bir kız çocuğu olan Melanie de onlardan biridir. Öğretmenlerinden biri olan Helen ile aralarında sıcak bir dostluk vardır. Aynı tesiste çalışan doktor Caldwell ise zombilerce ısırılan insanların dönüşmesini durdurabilecek bir aşı üzerinde çalıştığı için Melanie’yle ilgilidir. Tesiste beklenmeyen olaylar gelişir ve bu üç karakter birkaç askerle birlikte zombi baskınına uğramış tesisten kaçmak zorunda kalırlar. “Tüm Sırların Sahibi Kız”, zombi filmlerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve yeni bir lider tanımı sürüyor ortaya: Zombi çocukların arasında en vicdanlı, en samimi ve iletişim kurma konusunda insanlardan da yetenekli olan Melanie. Belki de insanlar ve zombiler bu ikisinin karışımı ‘özel’ kişiden yeniden vicdanlı, eğitimli ve dünya gezegeninde yaşamayı gerçekten hakeden bir canlı olmayı en baştan başlayarak öğrenmek zorundadır. Melanie hem medeniyeti sona erdirebilecek hem de onu yaşatabilecek güce sahiptir. Helen ve Caldwell’in ona yaklaşımı ise iki ayrı uçtaki insan tipinin ve kuşağın temsilcilerini simgelemekte. Daha çok TV dizilerinde çalışan yönetmen Colm McCarthy’nin bu ikinci filmi onu yakında bir üst lige taşıyacak nitelikte. Çocuklarla ilgili korku filmi yapmak zordur. Kendisi bu zorlukları güzelce aşmış ve enteresan sürprizler de hazırlamış. Güzel oyuncu Gemma Arterton’ı ve uzun zamandır perdede izlemediğimiz Glenn Close’u da bir araya getirse de Melanie’yi oynayan Sennia Nanua adlı genç oyuncu sinemaya kazandırmış. KARANLIĞIN ELLİ TONU Fifty Shades Darker Yönetmen: James Foley Oyuncular: Dakota Johnson, Jamie Dornan, Eric Johnson 118 dakika, 18+ Serinin ilk filmi “Grinin Elli Tonu”nda sıradan nitelikleri olan genç bir kadın, gizemli, seksi ve zengin bir adamla tanışır. Gizemli, sözleşmeli bir ilişkiye girerler. Christian’da romantizm yok, mizah anlayışı yok, kültürlü olduğu da pek söylenemez. Ama parası var, kasları var ve kadınlara köleleri gibi davranmayı seviyor. Tam ideal erkek! Anastasia ise ‘benim bir beynim var, beni köle gibi göremezsin’ diye ortalarda dolanır ama Christian’ın pahalı jestleri karşısında, jetinin, teknesinin, lüks dairesinin, hediyelerin ve bütün o konforun içinde şeker gibi erimektedir. Arada da bazen poposuna şaplak indirmek isteyen adama dikleniyor: “Niye böylesin? Geçmişinde neler oldu anlat bana, bu haline çok üzülüyorum” gibi şeyler sayıklar! Christian’ın sadizm eğilimleri de var. Yatak odasında bir tane kırmızı odası ve içinde de kölesine, pardon kadınına zevkle karışık acılar yaşatan türlü alet edavatları var. Anastasia mızmızlansa da sonuçta bu durumu kabulleniyor ve bazen izin veriyor. Ama bizim görebildiğimiz kadarıyla adamın sadizmden anladığı birkaç şaplak atıp, göz maskesi ve kelepçe takmaktan ibaret! Bu arada Anastasia’nın yayınevi yöneten patronu da, ‘Christian gibi bir odun parçası sırf parası var diye böyle güzel bir kadını elde edebiliyorsa, benim de gül gibi işim, boyum posum ve entel bir bünyem var’ diyerekten harekete geçiyor. Ama bu yan hikaye o kadar yama gibi sırıtıyor ki, en ufak bir heyecan dalgası yaratamıyor. Bu bir türlü derinleşemeyen ve her şeyin göstermelikmiş gibi durduğu hikaye üçüncü filme kancayı atıyor atmasına ama özellikle bu filmde giderek derinleşen ikna problemini üçüncü filmde giderebilirler mi göreceğiz... Filmin DVD’sinde ise sinemada izlediğimizden biraz daha ‘cesur’ bir versiyonu izlemeniz mümkün. ÇİN SEDDİ The Great Wall Yönetmen: Zhang Yimou Oyuncular: Matt Damon, Pedro Pascal, Jing Tian 104 dakika, 7+ “Çin Seddi”, adında da işaret ettiği gibi insanoğlunun en büyük eserlerinden biri olan, yapımı yıllarca süren o binlerce kilometrelik duvarın gerçek hikayesini anlatmaya soyunmuyor. Aslında yapılış nedenleri konusunda da tarihçilerin çok anlaşamadığı söylenir. Bize okullarda öğretilen amaç, Çin’i Moğol saldırılarından korumaktı. Hemen başında da yazdığı gibi bu film, gerçekleri değil hakkında uydurulmuş efsanelerden birini konu alıyor. Filmdeki efsaneye göre bu duvar, eski zamanlarda dünyaya çarpan büyük bir meteor yüzünden türemiş yaratıklara karşı dünyanın geri kalanını korumaktadır. Yolu bu duvara düşen iki yabancı, Çin ordusunun bu zor mücadelesine en başta gönülsüzce destek olurlar. Ancak olaylar giderek vahşileşir. “Yüzüklerin Efendisi”, “Warcraft” ve uzakdoğu efsanelerinin orantısız karışımı bir hikayede, “Kahraman” ve “Parlayan Hançerler” gibi filmler çekmiş bir üstad sinemacı olan Zhang Yimou’nun ne işi var anlamak zor. Bilgisayar efektlerinin daha açılıştan itibaren kendisini fazlaca belli ettiği filmde, karakterler son derece yüzeysel ve hikaye fazla basit. Matt Damon da bu hikayeye, bu dekora ve döneme yapıştırılmış gibi duruyor. “Narcos” dizisindeki rolüyle dikkat çeken Pedro Pascal da filmin mizah yüzü olmuş. Uzakdoğulu oyuncular Andy Lau ve Jing Tian da ilgiyle izletiyorlar kendilerini. “Çin Seddi” baştan sona sıkılmadan izlenen ama hiçbir iz bırakmayan seyirlik bir yapım. *** MÜPTEZELLER Emrah Serbes İletişim Yayınları, 163 sayfa Emrah Serbes’in akıcı dili ve üslubu yazdığı her satırı okutacak güçte. Gezi direnişinin hemen sonrasında gelen “Deliduman”ı da sevmiş biri olarak söylüyorum bunu. Başkası yapsa ticari kaygıların öne geçtiği popüler bir hamle damgasını yapıştırabileceğimiz bir durumdu. Ama Emrah Serbes’in o günlerdeki konumu samimiyetini sorgulamamıza engel olabilecek güçteydi bence. Kaldı ki “Deliduman” da ikibin sonrası Çağdaş Türk Edebiyatı içinde kendine ait bir yeri olan ve dönemini tarif eden kitaplardan biri olarak yer alacaktır her zaman. “Müptezeller” de sözünü sakınmayan ve asla sıkıcı olmayan bir Emrah Serbes romanı. İçinde okuyucuyu hikayeye bağlayacak bir dramatik omurga bulundurmayan “Müptezeller”, Fakir Köpek, Bombacı, Platin, Hoca ve Son Balonlar isimli bölümlerle ilerleyen ve hikayenin en başında 21 yaşında olan üniversiteden terk ana kahramanının hayatından kesitleri önümüze sermekte. Yine kaybedenlerin dünyasında dolaşıyor Serbes. Sistemin hayatın dışına itmeye çabaladığı diğerlerinin yanından yürüyor. Her bir bölüm başlıbaşına bir hikaye mantığıyla yazılmış. Bölümler arasında elbette sebep-sonuç bağları var ama her bir bölümü bağımsız bir hikayeymiş gibi algılayabilmek mümkün yine de. Antalya’da garsonken tanışıyoruz adamımızla. Anthony Burgess’ın ölümsüz romanı “Otomatik Portakal”daki Alex gibi bir üslubu var bizim delikanlının da. Olayları kendi dünyasının psikolojisi ve lûgatıyla anlatıyor o da Alex gibi. Kendisine Bakır diye hitap edilen bu delikanlının başından geçen bol alkollü, uyuşturuculu olaylar bazen gerçekten yaşanıp yaşanmadığı hissini de içinde barındırıyorlar doğrusu. Bazen ‘bilinç akışı’ yöntemine doğru kayan yapı okuyucuyu çıkışsız bir insanın çaresiz beyninde hapis bırakıyor ve karamsarlığa itmiyor da değil. Ama sonuçta Serbes’in yapmayı amaçladığı bu çıkışssızlık ve kısırdöngü içinde kalmış bireylerin dünyasına sokmak okuyucuyu. Kimselerin pek görmek istemediği, itelediği bir kesimi kendi jargonları eşliğinde sansürsüz sunmakta ve bunu yaparken ‘soğuk’ ya da çok irite edici olmamayı da başarmakta yazar. Serbes’in hayatını araştırmadım ama belki de otobiyografik bazı dokunuşların olup olmadığını da düşündürüyor doğrusu. Lüks bir turizm tesisinden akıl hastanesi koridorlarına kadar uzanan olaylarla dolu ama belirli bir hikayenin olmadığı roman, içine girebilen her okuyucu için heyecanlı sayfalar barındırmakta. Bakır’ın kendisini bombacı olarak ihbar ettiği ve sonrasında yaşadığı hapishane bölümleri ya da arkadaşı Karabüklü’yle uyuşturucu mafyası Hoca’nın karşısına çıktıkları bölüm yoğun sinematografik tatlar taşımaktalar. Akıl hastanesinde geçen bölüm ise birkaç küçük eklemeyle başlı başına iyi bir film hikayesi olur. Yazmayı bırakıp artık sadece boks yapacağını bir ‘tweet’le duyurduktan sonra gelen “Müptezeller” romanı, Serbes’in yazmayı da isyanını da bırakamayacağını itiraf ettiği romanı. Evet Irvine Welsh’in “Trainspotting”i ya da Burgess’ın “Otomatik Portakal”ı gibi başyapıt değil belki ama “Müptezeller” kolayca es geçilmemesi gereken bir roman.