3 FİLM 1 KİTAP - 7 Kasım



BURAK GÖRAL İLE 
3 DVD 1 KİTAP MAYMUNLAR CEHENNEMİ: SAVAŞ War For The Planet of the Apes Yönetmen: Matt Reeves Oyuncular: Andy Serkis, Woody Harrelson, Steve Zahn 140 dakika, 13+ 2011 yapımı “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç” ” kaynak aldığı film ve kitaba çok saygılı ve ciddi yaklaşmış sonrakilerin de aynı doğrultuda yaklaşmasına olanak vermiş bir senaryoya sahipti. Dünyanın dört bir yanını saran hastalık insan ırkını azaltırken giderek zekileşen maymunların hikayesini kibirli, yokedici ve ayrımcılık yapan insanlara karşı duran bir Spartacus hikayesi gibi ele almak sonuç getirdi. İkinci film iki azınlığın arasındaki savaşı ele alıyordu. Maymunların lideri Ceasar’ın pek de gönüllü olmadığı bir insan-maymun savaşına sürüklenişini izlemiştik. Eğer fikir değiştirmezlerse bir üçleme olarak planlanan serinin bu son filmi ise artık tamamen maymunların tarafında duruyor. Olaylar Ceasar’ın ve maymun topluluğunun bakışıyla ilerliyor. Ormanda saklanan maymunlar, az sayıda kalmış asker insanlardan saklanmaktadırlar. Çok sert ve yarı-delirmiş, kendi ailesi dahil gerektiğinde insanları da katletmeyi göze almış bir albayın etrafında toplanan askerler ilk saldırıyı gerçekleştirirler. Bu durum büyük kayıplar veren Ceasar’ın intikam yolculuğunu başlatır. “Maymunlar Cehennemi: Savaş” Vietnam savaşı filmlerini hatırlatan bir çatışma sahnesiyle açılıyor. Sonrasında Ceasar’ın birkaç yardımcısıyla yola çıkışı klasik western filmlerinin izini sürüyor. Ekibe yolda katılan küçük bir kız ve yaşlıca bir maymunla ekip biraz daha büyüyor. Albay’ın da dahili olduğu esir kampına varıldığında ise ikinci dünya savaşında geçen toplama kampı filmlerinin alanına giriyor. İnsanoğlunun yıkıcılığının, insanlığın sonunu getireceğini oldukça duygusal sahnelerle birleştiren çarpıcı bir görsellikle sunuyor yönetmen Matt Reeves. Bu hikayeyi tam da anlatılması gerektiği gibi, müziklerinden bütün diğer tasarımlarına kadar karanlık bir bakış açısıyla anlatıyor. Duygusal finali ise 1968 yılının “Maymunlar Cehennemi” filmine zarif bir köprü kuruyor. Kuşkusuz diğer büyük alkış Ceasar’ı canlandıran Andy Serkis’e diğer yandan. Acılarla, sevgiyle, zaaflarla, güçle, vicdanla yoğrulan karizmatik bir lideri, nasıl göründüğünü tam olarak bilemeden, sonradan bilgisayarla desteklenecek bir şekilde canlandıran aktör olağanüstü bir başarı göstermiş yine. Yaklaşık iki buçuk saat süren film, bize insanoğlunun önlenemeyen kibiriyle kendisinden olmayana nasıl saldırdığını, kızıldereli ya da yahudi soykırımlarında olduğu gibi her an yeni bir tanesine daha ne kadar da hazır olduğunu hatırlatmakta. TAM GAZ Baby Driver Yönetmen: Edgar Wright Oyuncular: Ansel Elgort, Kevin Spacey, Lily James 113 dakika, 15+ 2004 yılında çektiği zombi komedisi “Zombilerin Şafağı” (Shaun of the Dead) ile dikkatleri üzerine çeken İngiliz senarist/yönetmen Edgar Wright’ın dört yıldır merakla beklenen filmi “Tam Gaz” yönetmenin şimdilik kariyerinin en iyi filmi diyebileceğimiz, lezzetli bir suç filmi. Takma ismi Baby olan genç delikanlıyı bir grup banka hırsızının kaçış sürücüsü olarak tanırız daha ilk sahnede. Soyguncular arabadan çıkarlar, Baby onları beklerken ipod’unun kulaklığını kulaklarına takar ve play tuşuna basar. Artık müzik neredeyse filmin sonuna kadar hiç susmayacaktır! Baby’nin kulaklarında çok küçükken geçirdiği bir araba kazası sonucunda kalıcı çınlama oluşmuştur (tinnitus hastalığı). Çınlamayı bastıran tek şey kulağında sürekli bir frekansın olmasıdır. O da bunu müzikle giderir. Onu bu işlere mecbur bırakan patronuna olan borcunu ödeyebilmek için son bir soygun işine daha şoförlük yapmak zorundadır. Ancak ekipteki belalı bir tip işlerin arapsaçına dönmesine sebep olur. Hem Baby’nin hem de onun aşık olduğu garson kız Deborah’nın hayatı pamuk ipliğine bağlıdır artık. Tabi ki hemen akla iki film geliyor; Walter Hill’in 1978 yapımı “The Driver”ı ile Nicolas Winding Refn’in 2011 yapımı filmi “Drive”. “Tam Gaz” ikisinin de gerilimine ve karakterlerinden ödünç aldığı kimi özelliklere sahip. Ama ikisinde de olmayan bir şeye, Edgar Wright’ın filmlerinden tanıdığımız mizah duygusuna sahip. Arabalı aksiyon sahneleriyle hem Jason Statham’lı “Taşıyıcı” (Transporter) filmlerinin hem de “Taksi” serisinin enerjisini de taşıyor. Ama en çok başardığı şey pürüzsüz görüntülerine eşlik eden müthiş ses kuşağı. Filmdeki her diyalog, her ses efekti ve kullanılan her müzik parçası bir uyum içerisinde yapışmış sahnelere. Sesle kurulmuş bir ritm duygusu filmin daha ilk sahnesinden en son sahnesine kadar hiç aksamayan bir orkestrasyonla kurgulanmmış. Hem şık görüntüler çekmek hem de bu görüntülerin kugusunu filmdeki her sesle bir ritm oluşturacak şekilde bağlamak büyük maharet doğrusu. “Tam Gaz” bu anlamda izlediğiniz ender filmlerden biri. Araba takip sahneleri ise sinema tarihinde çok sevdiğimiz kimi klasik araba takip sahnelerinin yanına konulabilecek cinsten. Hikaye olarak kimi küçük açıkları olsa da pek takılmıyorsunuz. Wright hem müzikle hem de kimi esprili diyaloglarla bütün bu açıkları kapatıyor. Hem iyi bir suç aksiyonu hem de müzikal romantik komedi izlemiş gibi oluyorsunuz aynı filmde. SENİN ADIN Kimi No Na Wa Yönetmen: Makoto Shinkai 106 dakika, 7+ Japon yapımı “Senin Adın”, ülkesi Japonya’da sinemada en çok izlenen ikinci animasyon film. (Listenin birinci sırasında ünlü “Ruhların Kaçışı” var) “Senin Adın” en başta örneğini daha önce Hollywood yapımlarında ve hatta bazı yerli komedilerimizde dahi gördüğümüz klişe bir hikaye anlatacakmış gibi başlıyor. Birbirlerinden habersiz ve uzakta yaşayan iki lise öğrencisi; büyükşehirde yani Tokyo’da bambaşka bir düzende okuluna giden Taki ve küçük bir taşra kasabasında tıkılı kaldığını düşünen Mitsuha bir sabah uyandıklarında ruhlarının birbirlerinin bedeninde yer değiştirdiğini keşfederler. Aslında her şey Japonya merkezli bir gökyüzü hareketiyle başlamıştır. Elbette Taki ve Mitsuha birbirlerinin bedenlerinde geçirdikleri zaman içinde ilginç olaylar yaşayacak ve aşkla da ilk kez tanışacaklardır. Hikaye ilerledikçe “Senin Adın” basit bir romantik komedi formundan giderek uzaklaşıyor. “Empati” meselesine yoğunlaşırken melankolik tonundan hiç uzaklaşmıyor. Dünyanın farklı bir köşesinin geleneklerini ve yaşam biçimini dekor olarak kullansa da, fantastik öğeler barındırsa da samimi, herkes için çekici ve yürek ısıtan bir aşk hikayesi sunmayı başarıyor. Çizgi olmalarına ve Japon animasyonlarının sıkça başvurduğu kimi efektleri barındırmalarına rağmen filmin iki sevimli karakteri de kanlı canlı gibiler. Ayrıca filmin ‘zaman’ kavramı konusundaki fikirleri bizi bu konuyu farklı açılardan düşünmeye de teşvik etmekte. Filmin yönetmeni Makoto Shinkai kendi romanından uyarlamış bu güzelim filmi. Aynı yönetmenin “Saniyede 5 Santimetre” adlı filmi de oldukça iyidir, meraklılarına tavsiye ederim... SESSİZ SAHİL Cold Spring Harbor Richard Yates Yapı Kredi Yayınları, 155 Sayfa 1961 yılında basılan ve 2008 yılında Sam Mendes tarafından sinemaya uyarlanan “Revolutionary Road” (bizde filmin gösterime çıktığı adla, ‘Hayallerin Peşinde’ adıyla bilinir daha çok), bazı edebiyat otoritelerinin savaş sonrası çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri ama en az tanınanı olarak andıkları Richard Yates tarafından yazılmıştır. Yates, reklam sektöründe çalışan babasını erken kaybetmiş, heykeltraş olmaya çalışan ama bir türlü ‘sanatçı’ olamayan annesiyle de yarı bohem bir fakirlik içinde büyümüş. Aşkla evlendiği ilk karısı Sheila’dan boşandıktan sonra ilk romanı “Hayallerin Peşinde”yi yazmış ve ona ithaf etmiş. Yates’in bu çok zarif yazılmış romanı onun yıkılan evliliğine ve kendi hayatına yaptığı bir ağıt aslında. Yazarın orta sınıf Amerikan hayatını çok iyi gözlemlediği açık bir şekilde bellidir. Yazarın ikinci en çok bilinen eseri “Ablamın Mutluluk Fotoğrafı” da (The Easter Parade) Doğan Kitap’tan yıllar önce çıkmıştı. 1962 yılında yazdığı “Yalnızlığın On Bir Hali” adlı öykü kitabı bu ay Yüz Kitap’tan çıktı. Yazarın 1986’da yayımlanan son romanı “Sessiz Sahil” de Yapı Kredi Yayınları tarafından geçtiğimiz haftalarda raflara sürüldü. Yates tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de geç keşfedildi yani. Yates Amerikan banliyösünden seçtiği karakterlerle insan doğasına derinlemesine nüfuz eden portreler yaratmayı kolaylıkla başaran bir yazar. Bu romanında iki aileyi oldukça sıradan bir durumla kesiştiriyor. Shephard ailesi evden fazla çıkamayan şişman bir kadın olan Grace, onun asker emeklisi kendi halinde kocası Charles ve yakışıklı oğulları Evan’dan oluşuyor. Drake ailesi ise sevgiye aç bir dul kadın olan Gloria, onun çekingen ergen oğlu Phil ve güzel kızı Rachel’dan. Genç yaşta yarım bıraktığı bir evlilik yaşamış olan Evan, Rachel’la birlikte olmaya başlayınca iki ailenin yolu kesişir. Sonrasında çok büyük olaylar olmasa da Yates bize onların dünyasını son derece akıcı üslubuyla anlatıyor. Her bir karakterini oya gibi işleyip asla sıkıcı, kendini tekrarlayan bir yapıya teslim olmuyor. Gelelim alıntımıza: “Sinemaya herhalde geceleri gitmek en iyisiydi, çünkü ardından uyumaktan başka bir şey yapmanız beklenmezdi; gün içinde sinemaya gitmekse her zaman gerçekliğin göz kamaştıran sokaklarına yeniden çıkmanız ve akşamüstünden geriye ne kaldıysa onunla yüzleşmek için bir yol bulmanız gerektiği anlamına gelirdi.”