3 Film 3 Kitap



3 FİLM MAD MAX: FURY ROAD madmax Bu seneki Akademi Ödülleri’nde teknik dallarda 6 önemli Oscar kazanan “Mad Max: Fury Road” tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok sevildi. Eski “Mad Max” filmlerinin yönetmeni George Miller, 71 yaşında bir yönetmen olarak son derece dinamik ve yenilişkçi bir aksiyon filmine imza atmış oldu. Fury Road”un hikayesi ikinci filmin devamı gibi görünüyor daha çok. Başta su olmak üzere kısıtlı kaynaklara hükmeden bir topluluğun lideri Ölümsüz Joe’nun alıkoyduğu ve damızlık olarak kullandığı genç kızları, onun en güvendiği yardımcılarından biri olan savaş kamyonu sürücüsü Furiosa kaçırır. Ölümsüz Joe zıvanadan çıktığı adamlarıyla ve elindeki bütün araçlarla kamyonun peşine takılır. Bu vahşi konvoyun içinde, kanından istifade edilmek üzere zincirlenmiş yalnız bir savaşçı esirleri de vardır. Bu esir Max’den başkası değildir... Faşist bir lider olan Ölümsüz Joe’nun gözlerini yalan yanlış bilgilerle boyadığı savaşçı cemaatine karşı insanlığın ve masumiyetin korunması mücadelesi bu. İyiler bir şekilde uzaklara kaçıp kendilerine bilinmeyen yeni topraklar aramak yerine zor olanı, kayıplar vereceklerini bildikleri halde kötülüğün üzerine gitmeyi seçiyorlar. Ama bu yeni “Mad Max”in en büyük özelliği tek adamın kahramanlığına yaslanmayan modern bir aksiyon filmi oluşu. Hep Max’le birlikte ilerleyen hatta zaman zaman Max’in de önüne geçen kahramanlıklar yapan bir kadın karakterin yani Furiosa’nın varlığı ve hikayede, onları sadece döllenecek mülk olarak gören vahşi erkeklerden kaçırılan genç kadınların varlığı (üstelik onlar sadece yardıma muhtaç kurbanlar da değiller), filmi ‘feminist’ bir raya oturtuyor. Aksiyon filmlerindeki erkek bakışına alışkın seyircinin biraz şaşıracağı bir tercih bu. Filmin Avustralya çöllerinde çekilen son derece hızlı aksiyon sahneleri ise izleyenleri kendisine hayran bırakacak kadar güçlü. Tom Hardy Max rolünde gözle görülür bir tevazuyla oynuyor. Sadece sevdiklerini kaybetmiş bir adam olması dışında pek bir bilgimizin olmadığı karakteri yine de bakışları, sesi ve vücut diliyle doldurabiliyor. Furiosa rolünde güzeller güzeli Charlize Theron’u da güçlü bir kadın karakteri ‘erkekleşmeden’ ama kadınlığını da öne çıkarmadan çok iyi dengelenmiş bir performansla izliyoruz. (Yeni Film/Warner) VICTORIA victoria Son derece çarpıcı bir Alman filmi olan “Victoria”, filme de adını veren şahane bir kızı tanıtıyor bize. Berlin’e Barselona’dan gelmiş, okuduğu konservatuarda tutunamayınca kendisini hayatın akışına bırakmış, küçük bir kafede garsonluk yapmaktan gocunmayan bir genç kız. Bir gün sabaha karşı tek başına takıldığı bir barın çıkışında tanıştığı üç arkadaşla bir süreliğine takılmaya karar verir. Bu genç adamlar haşarı çocuklar gibi neşeli ve kabına sığmayan arkadaşlardır. Özellikle diğerlerine göre daha yol yordam bilen Sonne ile Victoria arasında bir çekim oluşur daha ilk dakikalarda. Önlerindeki bir saati hep birlikte yarı romantik ve yarı çılgın aktivitelerle geçirmeye başlarlar.Ancak gençlerin sabah olmadan yapmaları gereken ve hayır diyemeyecekleri bir işleri vardır. Bu bir soygun işidir ve onlara katılacak bir diğer arkadaşları son anda oyun dışı kalır. O saatten sonra başka birisini bulmaları imkansızdır. Gençler Victoria’dan yardım istemek zorunda kalırlar. Genç kadın öncelikle Sonne’yi merak ettiği için teklifi kabul eder. Gün doğana kadar yaşanacaklar hiçbirinin beklemediği bir sona ulaştıracaktır onları... “Victoria” bu hikayeyi klasik anlatı yapısına bağlı bir senaryoyla ele alsaydı bu kadar çarpıcı olamazdı. Ama Alman yönetmen Sebastian Schipper bu hikayeyi anlatabilmenin en zor yolunu seçmiş. Bütün filmi tek plan olarak kesintisiz bir şekilde çekmeye soyunmuş. Böylece 140 dakika boyunca Victoria’nın bu tehlikeli macerasını gerçek zamanlı olarak izliyoruz. Müthiş bir planlama-programlamanın her saniyesinde kendisini belli ettiği bir film bu. İlk bölüm karakter odaklı, küçük bütçeli bir aşk filmi kadar lezzetli. İkinci kısımdaki dönüşüm, filmi hikaye odaklı bir hale getiriyor ki onun da kendine ait meziyetleri var. Size bu anlamda bir film fiyatına iki film tatmini de sağlamıyor değil yani film. 140 dakika boyunca duygudan duyguya geçeceğiniz ve bayılmasanız bile çok seveceğiniz bir film “Victoria”. (Bir Film/Fabula) ÇEKMECELER cekmeceler “Zenne”nin yönetmen ikilisinin yeni filmi “Çekmeceler” genç bir kadının hayli çalkantılı yaşamı üzerinden Türk toplumunun iyice derinlerine nüfuz eden ve ‘erkeklerin kadın sorunu’na odaklanan bir film. Ebeveynlerin çocuklarının cinsel kimliklerini oturtma konusundaki sorumlulukları üzerine de düşündürücü. Tiyatro oyuncusu bir çiftin kızı olan Deniz’in yıllara yayılan hikayesini izliyoruz “Çekmeceler”de. Deniz’in annesi anneliğe uygun olmayan bir kadın. Nitekim kocasıyla arası düzeltilemeyecek bir noktaya geldiğinde kızını da ona bırakarak gitmiştir. Baba ise başka bir vaka. Deniz’e olan sevgisini yoğun bir baskı boyutuna taşımış onu döve döve, cinselliğini eze eze ve özgürlüğünü kısıtlayarak büyütmüştür. Bu durum Deniz’in yetişkinliğinde tam tersi sonuçlar doğuracaktır oysa. Yönetmenler; Caner Alper ve Mehmet Binay, Deniz’in hikayesini gerçek bir hikayeyle Freud’un ünlü “Dora vakası”yla birlikte yoğurarak oluşturmuşlar. İşin içine biraz da Cehov’un ünlü oyunu “Martı” da karışmış. Ancak bütün bunlar bombardıman bir şekilde üzerimize boca ediliyor. Çoklu kişilik bölünmesi, insanların içlerinde patlayan sırları, cinsel özgürlük gibi çok önemli kavramlar yoğun bir şekilde iç içe geçirilmiş. Filmin görsel doyuruculuğu içerikte de sağlanabilseymiş keşke... Biraz sadeleştirip, ana karakterlere daha çok yoğunlaşılsa çok daha derin bir filme ulaşılabilirdi oysa... Pedro Almodovar veya Julio Medem gibi yönetmenlerin benzer temalarda yaptığı filmler gibi... Ama filmde değerli oyunculuklar var orası kesin. Özellikle de üç kadın oyuncusu; Ece Dizdar, Tilbe Saran ve Nilüfer Açıkalın’ın performansları ilgi çekici. (Kanal D) 3 KİTAP KÖPEK KALBİ / Mihail Bulgakov kopek_kalbiRus yazar Mihail Bulgakov’un kendine has kara mizah unsurları barındıran romanları, sadece yazarın içinde yaşadığı dönemin Rusya’sına değil insanlık alemine de keskin eleştiriler getirmekte. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın “Modern Klasikler Dizisi” kapsamında daha önce “Genç Bir Doktorun Anıları” yayımlanmıştı. Bulgakov devrim zamanının Rusya’sında taşranın ücra bir kasabasına gelen genç bir doktorun yaşadıklarını anlatıyordu o ramında. Bulgakov’un son derece inandırıcı üslubu, okuyucularına soğuğu, yoksulluğu ve zor hayat koşullarını duyumsatmakta çok başarılıydı. “Köpek Kalbi” ise politik hicivle dolu bir fantezi aslında. "Ekim Devrimi”nin sonrasında, bir tıp profesörü olan Filip Filipoviç ve yardımcısı Dr. Bormental, ‘yeniden gençleşme’ araştırmaları yaparken ölmüş bir adamın hipofez bezini sokakta buldukları ve adını Şarikov koydukları köpeğin beynine naklederler. Ancak ölmüş olan adamın çok kirli bir mazisi vardır. Neticede Şarikov giderek insanlaşmaya başlar. Hem de kelimenin tam anlamıyla bir ‘insan’laşmadır bu! Olanca kötülüğüne rağmen insanların arasında bir birey olmayı da başaracak cinsten bir kötücüllüğü vardır... Üstelik bu haliyle de Sovyet bürokrasisi onu kolayca kabul edecektir... Bulgakov'un ülkesinde yasaklandığı ve ancak çok uzun yıllar sonra serbest bırakılmış bu eseri, komik öğeler de barındıran eleştirel bir roman. Aslında ünlü Frankenstein romanının temasına tersten yaklaşan bir hikaye. İnsanlığın ruhunun basit ve zavallı bir sokak köpeğini bile nasıl bozabildiğini anlatmasının yanısıra devrim sonrası değişen Rus toplumuna dair de ince bir eleştiri getiriyor. Bulgakov hikayesine önce Şarikov’un anlatıcılığıyla başlar –ki buraları çok çok başarılı. Sonrasında da anlatıcı bizatihi yazarın kendisi oluyor ve bazen de Dr. Bormental’in bakış açısına başvuruluyor. Buna rağmen yazarın akıcı anlatımı sizi hikayeden bir an bile koparmıyor. Bu küçük roman, Rusya’da sansürü aşıp 1987’de yayımlanabilmiş ancak, 1988’de de sinemaya uyarlanmış ve çok beğenilmişti. (Türkiye İş Bankası Yayınları, 132 sayfa) YALNIZLAR İÇİN ÇOK ÖZEL HİZMET yalnizlar_icin_cok_ozel_hizmet Murat Gülsoy’un çok akıcı bir dili var. Kitaplarının ilk birkaç satırına göz attığınızda bile kendinizi romanın sayfalarına dalmış bir halde bulabiliyorsunuz. Kanımca Gülsoy’un en akıcı romanı “Bu Hikayenin Kötü Adamı Benim” baştan sona bu akıcılığa sahipti. Yazarın yeni kitabı “Yalnızlar İçin Çok Özel Hizmet” de son derece akıcı başlıyor. Ortayaşlarında bir adam olan Mirat Aslan’ın kronik yalnızlığı Janus adlı bir şirkete başvurmasına kadar götürür onu. Adını eski Roma tanrısından alan bu şirket, kendisiyle daha önce anlaşma yapmış insanların öldükten sonra başka insanların beyinlerinde yeniden yaşamalarını sağlayan bir şirkettir. Mirat Janus’la anlaşma yapmış ve yakın bir zamanda (48 saat içinde) ölmüş olan birini içinde yaşatmaya gönüllü olur. Böylelikle bir motosiklet kazasında ölen genç bir kadını alıyor içine. Onun anıları, onun bilinci, kişiliği ve tabi ki de sesiyla artık birlikte yaşayacaktır ve an başta çok da memnundur bundan. Ancak bir süre sonra kadın, aynı kazada yaralanmış ve artık komada olan sevgilisini de içine almasını ister Mirat’tan. Hikayenin bundan sonrası daha da ilginçleşiyor.. Yazarın önsözde Borges’e yazdığı mektuptaki hesaplaşmasıyla okuyunca başka bir edebiyat eserine dönüşüyor roman. Eğer Borges ve hatta mektupta da adı geçen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserleriyle hemhal olmuş okuyucuların önüne başka bir evren açılıyor. Gülsoy’un hikayesiyle (özellikle de son bölüm) bu iki yazarın eserleri arasındaki paralellik ve kardeşlikler yukarıda özetlediğim hikayenin dışına çıkmanızı sağlıyor. Gelgelelim Mirat’ın acı veren yalnızlığı ve aradığı bu sıra dışı çözüm bu ülkenin topraklarında yaşayan tüm bireyler için de ayrı bir ironi taşıyor. Mirat’ın da başka türlü bir ölü olduğunu ve insanoğlunun da zıtlıklardan oluşan bir varlık olduğunu sık sık düşündürtüyor bize. (Can Yayınları, 204 sayfa) INJUSTICE: TANRILAR ARAMIZDA injustice 25 Mart’ta gösterime girecek olan “Batman v Superman: Adaletin Şafağı” filmi sabırsızlıkla beklenirken, meraklıları Playstation oyunu “Injustice”ı bol bol oynayarak bir hazırlık yapmıştı birkaç yıl önce. Ayrıca bu oyunun çok tutmasından dolayı hikayesinin daha detaylandırılarak hazırlanan iki albümlük çizgi romanı da var. Gerçi bu albümler de tutunca onların da devamı gelmedi değil. Aslında hikaye basit; iki DC Comics kahramanı Batman ve Superman daha önce de bir araya gitirilmişlerdi başka maceralarda. Ama bu maceralarda ikisi genellikl aynı taraftaydılar. Yani karşı karşıya gelmeleri hiç bu kadar etkili olmamıştı. “Injustice”da Superman’in biricik sevgilisi ve karnındaki çocuğunu öldüren Joker aslında büyük bir savaşın fitilini ateşliyor. Superman bütün sağduyusunu yitirip başta Joker olmak üzere bütün kötülerin peşine düşüyor. Dünyayı tümüyle barış içinde yaşayan bir gezegene çevirmek için de radikal bir karar alarak adeta bütün gezegende sıkıyönetim ilan ediyor. Başta Wonder Woman ve Green Lantern olmak üzere dünyadaki pek çok süper kahramanı da kendi tarafına alan Superman iyi bir niyetle yola çıkmış olsa da bir süre sonra dengesini kaybedip bir baskı ve diktatörlük kurmaya kadar sürdürüyor işi. Karşısında ise Batman ve ona katılan başka süper kahramanlar vardır.. İki taraf arasında büyük bir savaş başlar... Özellikle çizgi roman tutkunlarının çok keyif alacakları bir albüm bu. 2. cildi daha da güzel üstelik. Çizgi Düşler yayınevi geçtiğimiz ay bu iki cildin devamı olan “2. yıl”cildinin ilk kitabını da çıkardı bu arada... (Çizgi Düşler, 192 sayfa)