Gelinlerin savaşı



BURAK GÖRAL/KİOSKLA SİNEMADA İZLEMEK İÇİN  DÜĞÜM SALONU Kaçıranlar için bu hafta 2. kez vizyona çıkan “Düğüm Salonu” kendi türü içerisinde birkaç zoru başaran bir komedi. İlk sahneden başlarsak eğer; film İrem Sak ve Şahin Irmak’ın canlandırdığı Hülya ve Serkan’ın son derece ateşli bir öpüşme sahnesiyle açılıyor. Bir yerli komedi filminde hiç bu kadar ateşli öpüşen bir çift izlememişsinizdir! Biri gelin, diğeri damat olan bu iki karakter sanki az sonra evlenecek ya da yeni evlenmiş olan bir çift gibiler. Ancak hemen sonrasında anlıyoruz ki bu iki eski sevgili birbirine komşu olan iki düğün salonunda aynı gece birkaç dakika önce başkalarıyla evlenmişler! İki düğünde de pasta kesilme aşamasına gelinmiş. Kaderin bir oyunu sayesinde; birbirlerinden ayrıldıktan iki yıl sonra bambaşka insanlarla aynı gün, aynı mekanda evlenmiştir Hülya ve Serkan. Üstelik birbirlerini hâlâ çok sevmekte olan bu çift, başkalarıyla evlendiklerinden hemen sonra öpüşürlerken iki düğünden de birer kişi buna şahit olur. Bu arada Serkan’ın yeni karısı Buse fazla patavatsız ve hiperaktifken, Hülya’nın yeni kocası Tarık da gizli alkoliktir, üstelik onun da eski aşkı düğünde yeni sevgilisiyle birlikte bulunmaktadır! Dakikalar geçtikçe iki düğünün sahipleri de hiç beklemedikleri olaylar yaşarlar... Yani filmde iki gelin, iki damat, dört anne-baba ve iki ayrı salonda organize edilmiş iki ayrı düğün var. Bunlara ek olarak Hülya ve Serkan’ın en yakın arkadaşları da iki şahitin konuşmasını engellemeye çalışırlarken birbirleriyle flört etmekteler! Bu kadar malzeme ve karakterle ortaya kakafonik bir film çıkabilecekken; her şeyin üstesinden bir şekilde gelinebilmiş. Bir dolu karakter, iç içe geçmiş ilişkiler ve yaşanan hızlı değişimler, birkaç kez tekrara düşse de iyi bir omurga üzerinde bir araya getirilmişler. Elbette filmin aynı zamanda başrol oyuncusu olan Şahin Irmak’ın senaryosu daha en başta bir kakafoniye izin vermeyecek şekilde tasarlanmış. Hikayenin ortasından girerek, filmi geceye damgasını vuracak öpüşmeyle başlatmak, ana karakterleri hikaye başladıktan sonra tanıtmak gibi numaralar böyle riskli bir gişe komedisinde hayli riskli tavırlar. Önemli karakterleri doğru anlarda doğru şekillerde karşı karşıya getirmek de kolay değil bu kalabalık kadrolu, bol geri dönüşlü, ileri gidişli hikayede... “Düğüm Salonu” izleyicisini sadece güldürmeyi, eğlendirmeyi amaçlayan ve bunu da dinamik yapısı, bir gişe komedisine göre hayli yapıbozumcu senaryosu ve oyuncuları sayesinde başaran bir komedi filmi olmuş...   EVDE İZLEMEK İÇİN UĞUR BÖCEĞİ Lady Bird “Uğur Böceği”nin yönetmeni Greta Gerwig kendine özgü bir sanatçı. Oyuncu olarak rol aldığı filmlerde oynadığı karaktere kendi üslubunu getirebilen, yazarlığı da tam Amerikan bağımsız filmlerinin seveceği türden olan bir genç kadın. 5 dalda Oscar adayı olan “Uğur Böceği” onun hem yazıp hem de tek başına yönettiği ilk filmi. Öncelikle hemen hemen her izleyicinin hemfikir olacağı şeyi başta söylemek lazım. “Uğur Böceği”nin hiçbir sürprizi, hikayesel anlamda da yenilikçi hiçbir meziyeti yok. Yaşadığı çevreyi sıkıcı bulan, dominant bir anneyle başa çıkmaya çalışan ergen bir kızın büyüme hikayesi bu. Christine tamamı kız öğrencilerden oluşan bir katolik lisesinde okumakta. Hem kilisenin hem de annesinin güdümünde yaşamaktan sıkıntılı. Birbirinden çok farklı karakterdeki iki çocukla flört ediyor, başka bir eyalette okumak için okullar araştırıyor, işsiz kalan babasından dolayı yaşadıkları mali krizin yarattığı tatsızlıklarla başetmeye çalışıyor, sınıfındaki diğer kız arkadaşlarıyla bir önemsenme rekabeti içerisinde oluyor elbette... Genç bir kızın özgürleşmesini, kişiliğini bulmasını, kavga ettiği bütün disiplenlerle de bir şekilde barışmasını izliyoruz film boyunca. Bütün bunları kıvrak bir senaryoyla anlatmayı başarıyor Gerwig, ama ortada unutulmaz bir film yok doğrusu. Filmin bir parça öne çıkmasının en büyük sebepleri kuşkusuz Christine’i canlandıran genç oyuncu Saoirse Ronan’ın sahici performansı ve annesi Marion rolünde izlediğimiz ve kıymeti Hollywood tarafından pek bilinememiş oyunculardan biri olan Laurie Metcalf’in takdir edilesi sadeliği. ÇOCUKLARLA İZLEMEK İÇİN ZOOTROPOLİS: HAYVANLAR ŞEHRİ Zootopia Animasyon sinemasının teknik olarak geldiği nokta inanılmaz! Öyküler giderek daha karmaşık olay örgüleriyle anlatılıyorlar. Çocuk seyircilere hitap etmeleri onları daha çok basitleştirmiyor. Tersine çocukların algı düzeylerinin gelişmesi için basitlikten özellikle kaçılıyor. Özgün karakterler ise eskisine nazaran daha anlamlı ve derin yaratılabiliyorlar. Çocuk seyircilerin yanındaki velilerin de eğlenebilmelerini sağlayacak sahneler ve espriler de serpiştiriliyor hikayelere. “Zootropolis” de böyle bir film. Tüm ahalisini hayvanların oluşturduğu Zootropolis’te minik ve idealist bir tavşan olan Judy Hopp, şehirdeki düzeni sağlamayı amaçlayan bir polis memuru olmaya çalışır daha çocukken bile. Binbir emekle polis akademisinden mezun olup şehre atanınca, polisleri çaresiz duruma düşüren gizemli kayıp vakalarını araştırmaya başlar. En büyük yardımcısı en başta hiç gönüllü olmasa da dolandırıcılıkla geçinen tilki Nick olacaktır. Filmin hikayesi çok çok özel bir hikaye değil açıkçası. Eddie Murphy’li ünlü polisiye film “48 Saat” ve benzeri polisiye komedilerin formülleri üzerine kurulan filmin can alıcı özellikleri iyi tasarlanmış mekanları, karakterleri ve esprili dünyası elbette. Finale doğru bir parça yavaşlıyor olsa da baştan sona her anlamda rengarenk bir film. Hikayesiyle de eğlenceli bir polisiye tatmini sağlıyor izleyicisine. Özellikle de Motorlu Taşıtlar Bürosu'nda çalışan ‘tembel hayvanlar’ sahnesi bu anlamda bir zirve! Cem Yılmaz’ın Tilki Nick’teki dublaj performansı da gayet iyi. Hatta onun ilk animasyon performansı olan “Arı Filmi”ndekinden katbe kat başarılı. Shakira’nın da şarkısıyla renk kattığı filmi büyük küçük her sinemasever keyifle izleyebilir.   OKUMAK İÇİN MUCİZE / Wonder R.J. Palacio Asıl işi grafik tasarımcılığı olan R.J. Palacio adlı yazarın ilk kitabı “Mucize”. Aslında evli ve iki çocuklu bir anne olan yazarın yıllarca yaptığı iş kitap kapağı tasarlamakmış. Birkaç yıl önce bir dondurmacı dükkanında sıra beklerken önünde duran bir çocukla kurduğu iletişim ona “Mucize”yi yazmasında ilham kaynaklığı yapmış. “Mucize” insanların farklı olandan korkması ya da onu kendinden uzak tutma çabasının ne kadar önyargılı ve ayrımcı bir bakış açısı olduğunu çok güzel anlatan bir hikayeye sahip. Romanda tam 27 ameliyat geçirmesine rağmen doğuştan gelen bir yüz deformasyonuna sahip 10 yaşındaki August (ona ailesi kısaca Auggie diyor hep) hayatının en önemli dönemine girmek üzeredir. Dört yıldır evde annesi tarafından eğitilen Auggie artık 5. sınıfta normal bir okula başlayacaktır. 10-12 yaşlarındaki çocukların içlerindeki bencilliklerini, kendi egolarını keşfettikleri ve bazılarının da bunlara teslim olmaya ilk başladıkları dönemlerdir. Biz de iyi yürekli, ailesi tarafından her daim sevgiyle kuşatılarak büyütülmüş olan Auggie’yi tam bu zamanlarda bu çocukların arasında varolma savaşı verirken takip etmeye başlıyoruz. Palacio’nun romanını güzelleştiren detaylar, sadece hikayesinin samimiyeti ve romanın sıcak, akıcı dili değil. Yazar bu hikayeyi sadece Auggie’nin bakış açısıyla anlatsaydı bu kadar vurucu olamazdı. Sekiz bakış açısının birbirinden ayırdığı sekiz ayrı bölümde tasarlanmış roman. Bunlardan üçü Auggie’nin bakış açısıyla anlatyor olayları, diğer bölümler Auggie’nin etrafındaki diğer çocukların, ablası Olivia’nın ve onun arkadaşı Miranda’nın bakış açısıyla yazılmış. Yani roman çocukların tarafından hiç ayrılmıyor, büyüklerin dünyasını da yine onların penceresinden anlatıyor. (Pegasus, 336 sayfa)