Han Solo gençken daha mı ciddiymiş?



SİNEMADA İZLEMEK İÇİN Han Solo: Bir Star Wars Hikayesi Yeni nesillerin “Star Wars” evrenine ait daha çok film izleme isteği, elbette Hollywood’un artık tepkisiz kalamayacağı bir istekti; bu yüzden de neredeyse her sene yeni bir “Star Wars” filmi izler olduk. Ana hikayenin devamını getiren filmlerin dışında aynı evren içinde geöen yan hikayeleri anlatmaya başladıkları “Rogue One” kimsenin en başta çok da hayal etmediği güçte bir film oldu. Özellikle Star Wars hayranlarının en sevdiği karakterlerden biri olan Han Solo’nun asilere katılmadan önceki hayatını anlatan filmine dair beklenti her zaman büyüktü. Aslında her zaman heyecanlı, komik ve eğlenceli kaçakçılık yıllarıyla geçtiği sezdirilmişti ilk üçlemede. Dolayısıyla insan son derece keyif verici, eğlenceli bir Han Solo macerası bekliyor. Ama maalesef yüzde yüz bir başarıya ulaşılamamış. Genç Han daha filmin en başından itibaren eğlence dozu düşük tatsız bir kovalamacayla başlıyor macerasına. Bir dönem imparatorluk için asker olarak görev alsa da, uçma arzusu onu Tobias Beckett adlı bir kaçakçının ekibine katılmaya yönlendiriyor. Tabi ki her zaman bu hikayelerde bir ‘kız meselesi’ de vardır. Han Solo’nun bundan sonraki bütün hareketlerini etkileyen Qi-ra adlı genç kadının da içinde olacağı bir maceradır bu. Han Solo’nun kadim dostu Chewbecca ile tanışmasının ardından filmin en güzel aksiyon sahnesini izliyoruz. Bu heyecanlı tren sahnesi konum olarak filmin yanlış yerinde olduğu hissi yaratıyor. Çünkü sonraki sahneler, final dahil o sahneden güçlü değil. Solo’nun Qi-ra ile olan ilişkisinde de bir yarım kalmışlık var hep. Seyirci bir türlü bağlanamıyor bu ilişkiye. Film boyunca peşinde koşulan değerli madenin ana hikayeye zorla bağlanmaya çalışılması, köleliğe karşı yapılan göndermelerin öyküde figüran gibi durması da alınan bu ciddi olma kararının getirileri olsa gerek! Oysa genç Han Solo’nun filmi Indiana Jones filmlerindeki gibi inişleri çıkışları olan, uzayda geçen eğlenceli bir western filmi gibi olmalıydı. Elbette Alden Ehrenreich bir Harrison Ford cazibesine sahip değil, ama eski Solo’yu sıkı çalışmış, en azından onun tavırlarını, beden dilini elinden geldiğince devam ettirmiş.   EVDE İZLEMEK İÇİN PARAMPARÇA In the Fade Türkiye gündeminde bir hayli yer kaplayan toplumsal bir sorun, adalet mekanizmasına olan güvenin sarsılmış olması. Özellikle son yıllarda suçlu oldukları bariz kişilerin çarçabuk ya da ‘iyi hal’ indirimleri sayesinde tekrar aramıza gönderilmeleri, sadece düşüncelerini açıkladıkları için bitmek bilmeyen mahkeme süreci boyunca hapiste kalan insanlar... Birbirine tezat oluşturan bu vakalar insanlarda bir güvensizlik ve depresyon yaratıyor haliyle. Sinemacılar toplumların yaşadığı travmalardan beslenirler çoğu zaman. Bir refleks gibi bu problemlerin etrafında dolaşan hikayeler bu dönemlerde daha çok öne çıkar. En azından benzer durumlar sık sık ima edilir filmlerde ve dizilerde. Türk sinema sektörü ise bu konuda bir zoru başarıyor doğrusu; hiçbir şey yokmuş gibi davranıp, komedi filmlerine abanarak ‘kaçış sineması’na sığınıyorlar! Almanya’da yaşayan Türk yönetmen Fatih Akın’ın yeni filmi “Paramparça” ise her sinemacıda olması gereken bir refleksle yapıldığını belli ediyor en başta. Türk eşi Nuri ve 6 yaşındaki oğlunu bombalı bir saldırıda kaybeden Alman bir kadının adalet arayışını anlatıyor film. Katja yaşadığı büyük şoku bir nebze atlatabildikten sonra, bu terör saldırısının arkasındaki ırkçı çifti mahkemeye çıkartmayı başarır. Mahkemede bu çiftin bir neo-nazi uzantısına dahil oldukları konusunda tartışmalar yaşanır. Konu Nuri’nin eski sabıkalarına da gelir ve zanlılar Katja’nın beklediği cezayı alamazlar. Böylece Katja tek başına harekete geçmeye karar verir. Elbette “Paramparça”nın meselesi önemli. Ama maalesef filmde daha önce örneğini çok izlediğimiz bir hikayenin düz bir çizgide ilerleyen, neredeyse tümüyle sürprizsiz bir versiyonuyla sunulduğuna şahit oluyoruz. Halbuki Akın hikayesini çok güçlü başlatıyor, Katja’nın yaşadığı büyük kaybın etkilerini onunla beraber yaşıyoruz adeta. Uzun süren orta bölüm, mahkeme sahnelerinin uzunluğuyla seyircinin ilgisini zedeliyor. Alman mahkemeleri Amerikan mahkemeleri kadar sinematografik de değil üstelik. Olayların beklediğimiz bir rotada ilerleyip sona ermesi de bir başka handikap. Ama Fatih Akın görsel becerileri yüksek bir yönetmen. Filmi mavi ve siyah tonların ağırlıkta olduğu renk paletiyle donatıp son derece şık çekilmiş sahnelere imza atmış. Alman oyuncu Diane Kruger ise hikaye ve karaktere çok inanmış, adeta gözlerinin içiyle oynamış Katja’yı. Kruger’in samimi performansı filmle kurduğunuz ilişkiye büyük bir katkı sağlıyor.   ÇOCUKLARLA İZLEMEK İÇİN İYİ BİR DİNOZOR A Good Dinosaur “İyi Bir Dinozor” bizi milyonlarca yıl önce, insanlığın henüz bozmadığı bir dünya gezegenine götürüyor. Her Pixar filminde olduğu gibi filme başka bir hikaye anlatan kısacık bir animasyon filmle başlıyoruz. Bu kısa filmdeki Hint etkisi, “İyi Bir Dinozor”da da sürüyor. Özellikle de doğu müziklerine ilgisini hiç saklamayan Mychael Danna’nın hint ezgili müzikleri ve 3 boyutlu, tablo gibi doğa görüntüleriyle, daha önce “Pi’nin Yaşamı” (Life of Pi) filminde tecrübe ettiğimiz gibi bir görsel-işitsel tatmin yaşıyoruz. İyi animasyonlar sadece çocukları değil onlarla salona gelmiş anne-babaların da ilgisini çeker ve onları eğlendirir. “İyi Bir Dinozor” da bunu başaran filmlerden. Diğer iki kardeşinden hayli küçük ve çelimsiz doğan Arlo adlı otobur bir dinozor yavrusu, kendisini ailesine kanıtlayabilmek için didinip duruyordur. Ama asıl mücadelesi, bir fırtına onu evinden çok uzaklara fırlatınca başlar. Eve dönüş yolunda birçok badireyi atlatması gerekir. Neyse ki yanında yeni tanıştığı bir insan yavrusu olan Spot vardır... Bu filmde insanlar henüz gezegende çok yaygın değiller, hatta henüz konuşmayı bilmeyen ve çoğunlukla dört ayak üstünde yürüyen canlılar. Biz diyalogları diğer hayvanlarda duyuyoruz filmde ve Spot da neredeyse bir köpek yavrusu gibi koşturup duruyor... Hatta zaman zaman sevimliliğiyle ana karakterin önüne bile geçiyor. Korku duymadan yaşanılamayacağını ama hakkıyla yaşamanın korkuyu her seferinde yenebilmekle mümkün olabileceğini anlatan bu tatlı hikayede aile kurumuna yapılan övgünün dozu biraz daha dengeli olabilseymiş çok daha iyi olacakmış. Büyüme hikayesiyle ailenin değeri temaları çarpışıyor sık sık. Yer yer esprili sahneler bu hiç monotonlaşmayan eve dönüş macerasında kendisini gösteriyor ve eğlendiriyor. Özellikle sağa sola sürekli koşturan Spot karakteri çok eğlenceli ve izlemek keyifli. Ailece keyifle izlenebilecek tatlı bir film “İyi Bir Dinozor”.   OKUMAK İÇİN BIÇKIN VE AĞLAK: Yeni Türkiye’nin Hikayesi Can Kozanoğlu (Söyleşi: Mirgün Cabas) Çok az yazarda yakaladığınız bir şeydir; bazılarının cümlelerini okurken, kendi düşüncelerinizin sesiyle karışır yazdıkları. Can Kozanoğlu öyle bir his yaratır bende hep. Roman ya da duygusal denemeler yazmayan bir yazar. Ama dili çok rahattır. Çok akıcı ve kolay okutur kendisini. Özellikle önceki yıllarda çıkardığı ve oldukça öngörülü yazılarla donattığı kitapları “Cilalı İmaj Devri” ve “Pop Çağı Ateşi”, Türkiye’de popüler kültür ve kitle kültürü konularında yazılmış en iyi kitaplardandır. Ülkenin ve dolayısıyla toplumun nabzını, özellikle toplumun dinlediği müziklerle, izledikleriyle ve gündelik alışkanlıklarıyla gözlemlemeyi seven Kozanoğlu, ciddi saptamalar yapıp gerçekten kayda değer bir etki bırakıyor okuyucuda her zaman. En son yine Can Yayınları’ndan basılan “Yalan Yıllar”da çocukluk yıllarını ve medyadaki meslek hayatını yarı kurgusal bir üslupla tatlı tatlı anlatmıştı. Türkiye’nin sosyolojik gelişimini popüler kültür ürünleri üzerinden, konjonktürel gelişmelerden, özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla toplumun geçirdiği evrimin üzerinden yeni Türkiye’yi anlamaya / anlatmaya soyunduğu yeni bir kitabını senelerdir bekliyorduk. Kendisinin de belirttiği gibi anlaşılan baştan aşağı detaylı bir kitap inşa etme heyecanını kendisinde bulamamış pek meğer. Neyse ki yıllarca beraber çalıştığı arkadaşı, gazeteci Mirgün Cabas burada devreye girmiş de Kozanoğlu ile güzel ve uzun bir sohbet gerçekleştirip bunu kitaplaştırmış. Can Kozanoğlu anlaşılan yine oldukça formunda. Çünkü kitabı elinize alıp okumaya başlar başlamaz, 50-60 sayfa okumadan bırakamıyorsunuz. Zaten dilleri birbirine çok tutan iki adam karşınızda sohbet ediyor gibiler ve Cabas, Kozanoğlu’nu çok güzel konuşturuyor, yönlendiriyor ve ona doğru noktalarda uyum gösteriyor. Kozanoğlu Türkiye’nin sosyolojik anatomisini Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren eline alıp bugünlerine kadar getiriyor. Bu süreç içinde toplumun geçirdiği gelişimi, kayıpları ve kazançlarıyla bir bir örnekleyerek anlatıyor. Siyasilerin bu gelişim çizgisinde getirdikleri ve götürdükleriyle neler yaptıklarını bize tane tane hatırlatıyor. Doğrusu Tansu Çiller’li, Mesut Yılmaz’lı ve Turgut Özal’lı yılları unutmuş gibi yaşıyoruz bugünleri de. Bugünlerde yaşadığımız ve bizi mutsuz eden bütün sorunların yavaş yavaş nasıl karşımıza geldiğini ve nelerin bugünlerin habercisi olduğunu rahat, renkli bir söyleşi eşliğinde ve samimiyetle sunuyor bize iki yakın arkadaş. Kozanoğlu bize anlattıklarıyla Türkiye’nin o yıllarını tekrar hatırlamamızı ve bugüne gelinen noktayı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Okuyunuz, hatırlayınız ve düşününüz lütfen. (Can Yayınları, 495 sayfa) BURAK GÖRAL/KİOSKLA.CO