Kadınlar ve Elmaslar



BURAK GÖRAL/KİOSKLA SİNEMADA İZLEMEK İÇİN OCEAN’S 8 Başrolünde Frank Sinatra ve Dean Martin’in olduğu sabun köpüğü bir soygun komedisinden tekrar uyarlanan 2001 yapımı Steven Soderbergh filmi “Ocean’s 11” ve iki devam filmi kalabalık kadrosu, eğlenceli hikayesi ve dinamik kurgusuyla hep ilgi çekici filmler oldular. Danny Ocean adlı bir kumarbaz ve usta hırsızın oluşturduğu ekibin büyük bir kumarhane soygunuyla başlattığı maceralardan üç tane izledik bugüne kadar. Bu sefer benzer bir hikaye yapısıyla kadınlardan kurulu bir ekibin soygun macerası karşımızda. Danny Ocean’ın Debbie adlı kız kardeşi de tıpkı ağabeyi gibi bir ekip oluşturur ve 150 milyon değerindeki bir gerdanlığı son derece kalabalık ve lüks bir yemek daveti sırasında çalmak için harekete geçer. Aslında bu formül kağıt üzerinde çok doğru ve eğlenceli bir film olması beklentisini yaratıyor. Cate Blanchett, Sandra Bullock, Anne Hathaway, Helena Bonham Carter ve Rihanna gibi yetenekli ve güzel kadınlardan kurulu kadro izleyiciyisıkmıyor da zaten. Ama beklenen büyük eğlenceyi yüzde yüz verdiği de söylenemez. Bunun sebebi soygun planının biraz fazla rastlantılara bağlı halde kurulmuş olması. Bir hacker’ın uzaktan bütün güvenlik sistemlerini alt etmesiyle bu iş hemen halloyormuş fikrine fazlasıyla bel bağlıyor bu soygun hikayesi. Elbette diğer üç filmde de inandırıcılık sorunları vardı ama oyuncuların sempatisi ve şıklığı, diyalogların kıvraklığı bu problemi tümüyle ortadan kaldırıyordu. “Ocean’s 8”de de özellikle Cate Blanchett’in varlığı dikkat çekici. Hiç şüphe yok ki durduğu yerde ‘zarafet’ kelimesinin karşılığı olan aktris, bir de öyle güzel kostümlerle çıkıyor ki karşımıza, göründüğü her sahnede bizi adeta esir alıyor. Sandra Bullock’un filmografisi komedi filminden geçilmiyor. Ama bu kez ekibin hem patronu hem de en ciddi üyesi olarak izliyoruz onu. Olanca sabun köpüklüğüne rağmen “Ocean’s 8” bayram tatilinde sinemada eğlenceli bir yabancı film izlemek isteyenler için iyi bir seçenek olabilir yine de. EVDE İZLEMEK İÇİN DOĞU EKSPRESİNDE CİNAYET Murder on the Orient Express Ünlü polisiye-gerilim romanları yazarı Agatha Christie’nin en bilinen eserlerinden biridir “Doğu Ekspresinde Cinayet”. Yazarın ünlü dedektif karakteri Hercule Poirot’nun içinde olduğu en iyi kitaplarından biridir. Hatta Agatha Christie’nin bu romanını İstanbul’da Pera Palas otelinde kaldığı sıralarda yazdığı söylenir. Hikaye bizde yıllarca Şark Ekspresi olarak anılan ve 1880’lerin sonundan 1970’lerin sonuna kadar Paris-İstanbul arasında sefer yapan trende geçmektedir. Ünlü dedektif Poirot Kudüs’te henüz çözdüğü bir vakanın ardından İstanbul’a dinlenmeye gelir. Doğu Ekspresi’nin işletme müdürü Bay Bouc onu bu uzun ama keyifli tren yolculuğuna davet eder. Poirot bu cazip teklifi kabul eder ve seçkin konukların bir araya geldiği vagona yerleşir. Ancak yolculuk sırasında Poirot’ya kendisini koruma işi teklif eden bir antika simsarının cinayete kurban gitmesiyle tamamen dinlenmeye ayırdığı bu yolculuk, yeni bir vakaya dönüşür. Vagondaki 12 yolcudan her biri artık birer şüphelidir. Yoğun kar yağışı yüzünden dağ başında arıza yapan trenin içinde gerilimli bir araştırma süreci başlayacaktır. İngiliz sinemacı Kenneth Branagh, bu yeni uyarlamada hikayeyi daha heyecanlı hale getirecek bazı teknik numaralara ve senaryo hamlelerine başvurmuş. Mesela olay örgüsünün derinlerinde yer alan ve bir çocuğun ölümüyle sonuçlanan fidye vakasını, önceki filmdeki gibi hikayenin başına yerleştirmeyip merak unsurunu yükseltmiş. Bu kadar çok sayıda karakterin kısıtlı bir alanda olduğu ve bolca diyalogla yürüyen bir öyküye göre daha dinamik bir yapı kurmayı amaçlamış. İlk kez 1934 yılında yazılmış bir hikayeyi bugünün seyircisine taze bir bakışla sunmayı başarmış. Ancak ne yaparsa yapsın tahmin edilebilirlik tuzağına da düşülmüş. Dikkatli seyirci bir yerden sonra hikayenin aslını bilmese de finali doğru tahmin edecektir. Bize geniş ekranın hakkını veren güzel bir sinematografi sunan yönetmen Branagh, aynı zamanda Belçikalı dedektif Poirot rolünde parlak bir performans gösteriyor doğrusu. Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Penelope Cruz, Willem Dafoe, Judi Dench gibi yıldız oyuncuların renk kattığı filmde özellikle de Michelle Pfeiffer yıllara direnen güzelliği ve performansıyla diğerlerinin arasından sıyrılıyor. Pfeiffer’ın finaldeki performansı filmin ortalarında düşen duygusal tonu zirveye taşıyor. ÇOCUKLARLA İZLEMEK İÇİN ARI FİLMİ Bee Movie (2007) Animasyon filmlerin neredeyse ortak bir mesajı vardır. Ortada, belli kurallarla sınırlandırılmış, bir arada yaşayan bir topluluk vardır. Hayvanat bahçesindeki hayvanlar, yemek artıklarıyla beslenen fareler, yerin altında sürekli çalışmak zorunda olan karıncalar, okyanuslara açılmaması gereken küçük balıklar vb... Ama içlerinden biri bu topluluğun dışındaki dünyayı merak eder ya da diğerlerinden farklı bir şeyler yaşamak, kendi kimliğini bulmak ister. “Arı Filmi”nde de sürekli bal yapmaya programlanmış arı topluluğunda Barry adındaki bir arı, ömür boyu çalışmak yerine biraz da dış dünyayı gezmek ister. Buraya kadar bu ortak konuyu uygulayan film, Barry’nin bir kadına aşık olmasıyla yön değiştirir gibi yapıyor. Ama filmin asıl konusu bu da değil! Bir süre sonra yine tornistan yapıp bir isyan hikayesine dönüşüveriyor. Barry canla başla çalışıp ürettikleri balı, insanlarla paylaşmak istemiyor ve insanlara dava açıyor! Konudan konuya savrulan film, yer yer güzel esprilerle barındırıyor, ama bu dağınık yapısından dolayı bir türlü kendisine bağlayamıyor. Neyse ki Türkçe dublajında Cem Yılmaz sahneye çıkıyor ve eline hazır verilen diyaloglara bir müdahale yapmamasına rağmen, ses tonunu ve kendisini hatırlatan kimi numaraları doğru kullanması sayesinde filmin şakalarına bir artı-değer katmayı başarıyor. “Arı Filmi” 90 dakika boyunca dış dünyayla bağlantınızı kesebiliyor. Çocuğunuz için de 6 yaşından sonra uygun olabilir. OKUMAK İÇİN HİPPİ Paulo Coelho Dünyaca tanınan ve çok okunan kitaplara imza atan Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun kendi yaşamöyküsüne belki de en yakın eseri olarak tarif edilen “Hippi” ülkemizde Can yayınları tarafından beş ayrı kapakla okuyucularla buluştu. 1970 yılının Eylül ayında, yazarlık hayalleri kuran Paulo, özgürlük peşinde dünyayı dolaşırken Karla’yla karşılaşınca ikisinin de yaşamı kökten değişir. Peru’nun kayıp şehirleri, Brezilya’nın zindanları, Amsterdam’ın arka sokakları, İstanbul’un çarşılarında geçirdikleri günler dönemin hippi kültürünü etraflıca betimlerken güzel bir ilişki hikayesi de anlatıyor. Ama “Hippi”nin en güzel tarafı 1970’lerin barışçıl neslinin arayışlarına ve geçirdikleri dönüşümün işaretlerine okuyucuyu ortak etmesi. Coelho’nun her zamanki akıcı diliyle oldukça kolay okunan, bir anda bitiveren kitaplarından biri. “1970 yılının Eylül ayında, dünyanın merkezi olma şerefi için yarışan iki mekân vardı: Londra’daki Piccadilly Circus ve Amsterdam’daki Dam Meydanı... 1970 yılının Eylül ayında uçak biletleri ateş pahası olduğundan uçakla seyahat ancak elit kesim için mümkündü. Gençlerden oluşan muazzam bir kitle içinse durum farklıydı. 1970 yılının Eylül ayında dünyaya kadınlar hükmediyordu… Genç hippi kadınlar demek belki daha doğru olur...” (Can Yayınları, 263 sayfa)