Makineleşen İnsan Mı; İnsanlaşan Makine Mi?



SİNEMADA İZLEMEK İÇİN UPGRADE Gişe sinemasının süper kahraman filmlerine iyiden iyiye teslim olması yaratıcılığı sınırlıyor ister istemez. Yeni nesil seyircileri bu tip kahramanlı filmlerin dışında yakalamak daha da zorlaşıyor giderek. “Upgrade”in yazar yönetmeni Leigh Whannell, en azından bu kitleye göz kırparken farklı olmaya, birtakım yeni fikirlerle hikayesini donatmaya çalışmış. Hikayenin ana hatları artık kendi klişelerini çoktan yaratmış birkaç filmin bir araya getirilmiş hali gibi. Teknolojik olarak oldukça ilerlemiş bir gelecekte, teknolojiye minimum bağlı, hâlâ analog bir yaşam sürmeye çalışan Grey’in bir teknoloji şirketinde çalışan karısı Asha bir gece dört kişilik bir çete tarafından öldürülür. Saldırı sırasında Grey de aldığı ağır bir darbeyle hayatına felçli olarak devam etmek zorunda kalmıştır. Akıllı evler, insan şoförlere ihtiyaç duymayan robot arabalar, cyborglarştırılmış insan bedenleri ve şehrin emniyetini tamamen üstlenen dron kameralar... Teknolojinin ilerlemiş olmasına rağmen oldukça karanlık bir gelecek tahayyülü yani. Grey karısının ölümü ve vücudunu eskisi gibi kullanamadığı için ağır bir depresyon içindeyken eski müşterisi teknoloji devi şiketinin genç dahi yöneticisi Eron, ona omurgasına yerleştirilecek Stem adlı bir çiple tekrar eskisi gibi olabileceğini söyler. Grey, Stem’in omurgasına takılmasıyla birlikte yepyeni bazı özelliklere sahip olan bir adama dönüşür. Bedenini yönetmek konusunda Stem’e tam yetki veren Grey karısının katillerini araştırıp intikamını almaya başlar. Ancak bir süre sonra Grey ve Stem arasında da bazı anlaşmazlıklar ortaya çıkacaktır. Çünkü Stem’in vicdan ve merhamet gibi dertleri pek yoktur. Upgrade yapay zeka teknolojisi temalı bilim-kurgularla intikamcı filmlerinin bir karışımı. Bu anlamda hikayede olağanüstü bir özgünlük yok. Ama içine yerleştirilmiş yapay zekalı çip Stem ile insan Grey’in çatışması, pek derinlikli olmasa da izlemesi keyifli bir şekilde yazılmış. Stem’in Grey’in bedeninin kontrolünü ele geçirdiği bölümler de, çok şık çekilmiş. Bu stilize yaklaşım, tedirgin temalı elektronik müzikleri ve karanlık, tekinsiz atmosferle de birleşince yakışıklı bir film çıkmış ortaya en azından. Ancak meselesinde derinlere girmeyişi, insan-makine arasındaki ilişki üzerine tartışma yaratacak ya da izleyicisini düşünmeye sevkedecek bir fikir üretmemesi filmin sadece iyi bir seyirlik olarak zihinlerde yer almasını sağlayacak gibi görünüyor. Belki aldığı pozitif eleştiriler sayesinde bir devam filmi gelirse, Whannell fikrini biraz daha derinleştirebilir... EVDE İZLEMEK İÇİN BAŞLAT: READY PLAYER ONE “Başlat: Ready Player One” 2011’de yayımlanmış Ernest Cline adlı Amerikalı bir yazarın ilk romanı. Aslında romanda anlatılan hikayenin omurgası bir bilim-kurgu klişesinden başka bir şey değil. Yazarın dili oldukça genç; neredeye her sayfasında kitaplara, filmlere, bilgisayar oyunlarına, hatta çikolata markalarının reklamlarına kadar 1980’lere referanslar göndermekte. Bu yüzden kolay okunmakta, akılda kalmakta. Hikaye 2045’in iyice kalabalıklaşmış, tıklım tıkış (üstüste) yaşayan bir toplum düzeninin olduğu geleceğin dünyasında geçiyor. Çok oyunculu bir online oyun olarak başlayan ama kısa zamanda dünya nüfusunun büyük kısmının ilgisi sayesinde küresel bir sanal gerçekliğe dönüşen OASIS adlı bir platform, insanların gönüllü olarak bağlandığı bir Matrix evreni gibi sanki. İnsanlar bu sanal evrende seçtikleri avatarlarla istedikleri kişi olabilip, istedikleri macerayı yaşayabilmekteler. Ama elbette bilgisayar oyunlarında olduğu gibi her şey onu oynayan insanların oyun becerilerine, kazandıkları puanların miktarına bağlı. Gerçek hayatta fakir olsa bile OASIS’in içinde kazandığı puanlar sayesinde zengin bir ‘sanal’ hayat yaşayabiliyor. İnternet artık bir nevi uyuşturucu olmuş, özellikle de alt kesimde yaşayanlar için... Teyzesiyle böyle bir mahallede yaşayan genç bir ergen olan Wade, bu oyunda oldukça iddialı. Yakın bir zamanda ölmüş olan yaratıcısı Johnny Halliday’in bütün hayatını ezbere biliyor. Halliday, bu dev oyunun içine üç anahtar yerleştirmiş. Bu üç anahtarı da bulan kişi Halliday’den kalan büyük servete sahip olacaktır. Wade yeni tanıştığı başka bir oyuncu Artemis ve diğer arkadaşlarıyla birlikte anahtarların izini sürmeye başlar. Peşinde aynı amaca ulaşmaya çalışan işadamı Sorrento ve ordusu vardır. Filmde, aynı romanda da olduğu gibi, neredeyse dakikada bir kült filmler, 80’lerin rock şarkıları, pop şarkıcıları, çizgi roman kahramanları, kitaplar, animeler ve ünlü bilgisayar oyunlarının kahramanları konuşuluyor ya da bir şekilde önümüzden geçip gidiyor. Hatta Wade ve arkadaşları Kubrick’in başyapıt filmi “The Shining”in içine bile giriyorlar bir süreliğine. Usta sinemacı, filmi baştan sona ilgiyle izletmeyi biliyor elbette. Mesela oldukça heyecanlı anlar içeren, herhangi bir filmde final sahnesi olarak kullanılabilecek yarış sahnesini filmin hemen başlarında izliyoruz. “Geleceğe Dönüş” filmlerinden, “Jurassic Park”a ve hatta “King Kong”a varan hatırlatmalar eşliğinde son derece akıcı ve hatta yorucu bile olabilecek bir aksiyon sahnesi bu. ÇOCUKLARLA İZLEMEK İÇİN SEVİMLİ CANAVARLAR ÜNİVERSİTESİ Monsters University Pixar Animasyon’dan çıkan her filmi çok seviyoruz burası kesin. Pixar filmlerinin ortak paydası ‘kalite’ kelimesiyle ifade edildi hep. Bu da tertemiz bir teknik yeterlilik, sempati ve samimiyet duygularıyla yaratılmış karakterler sayesinde oldu. 2001 yapımı ilk “Sevimli Canavarlar” filmi Pixar’ın dördüncü filmiydi. Farklı hikayesiyle “Oyuncak Hikayesi”nin açtığı yoldan geçerek geleneksel animasyon özelliklerinin dışına taşan bir mizahi dili, espritüelliği ve hayal gücü vardı. Çocukların çığlıklarıyla beslenen bir paralel evren ve geceleri insanların dünyasına geçip küçük çocukları geceleri korkutarak bu çığlıkları elde etmekle görevli olan canavarların maceralarını izledik... Bu canavarlar içinde bir nevi “Laurel – Hardy” ikilisi olan Mike ve Sulley, hikayenin ana kahramanları. Kuşkusuz çok iyi yapılmış bir dublaj ‘cast’ı da cabası. Ufacık boyuna rağmen espritüel zekasıyla dikkat çeken, biraz pimpirikli, hızlı konuşan Mike’ı şovmen/komedyen Billy Crystal seslendirirken; iri, güçlü ve cüssesine göre hayli de duygusal olan Sulley’i de John Goodman seslendirmişti. Dinamik senaryosu, kıvrak mizahı ve teknik başarısıyla ilgi görmüş ama büyük rekorlar da kırmamıştı açıkçası... Yıllar sonra Pixar filme geri dönme kararı aldı almasına ama nedense yeni bir macera yaratmak yerine bir ‘öncesi filmi’nde (prequel) karar kılınmış. “Sevimli Canavarlar Üniversitesi” (Monsters University) Mike ve Sulley’nin ilk filmdeki hallerinden bir geri dönüşle başlamıyor. Tabi ki küçük referanslarla ilk filme bolca gönderme yapıyor. Mike’ın küçük çocuk haliyle hikayeyi başlatıp onunla birlikte tüm canavarların canavarlık eğitimi aldıkları üniversite hayatlarından bir ‘kampüs komedisi’ çıkartmaya soyunuyor. Açıkçası böyle olunca bu tip hikayelerin klişeleri de ‘mecburen’ devreye giriyor. Özellikle Amerikan üniversitelerinin Yunan harfleriyle ifade edilen ve tuhaf gelenekleri olan kulüplerin birbirleriyle ve kendi aralarında yaşadıkları sulu sepken mücadelelerden çıkan komedi klişeleri... Biliyorsunuz bu tip filmler özellikle de 80’lerin gençlik komedilerinde pek modaydı... Dolayısıyla biz bu tür komedilere hayli aşinayız ama bugünün çocukları için biraz karışık bir mesele bu. Neyse ki film bu seçiminin dezavantajlarını yine karakterlerinin sempatisiyle ve kimi güzel komik atraksiyonlarla aşmayı başarıyor. Özellikle bugünlerin ortamında, Türkiye’de ve dünyadaki Y kuşağı uyanışının (hatta direnişinin) konuşulduğu bugünlerde daha bir anlamlı olabiliyor filmin hikayesi... Genç ve tecrübesizlikleri yüzünden güvensiz bulunan Mike, Sulley ve diğerlerinin kendilerini ispat etme mücadelelesini anlatan filmin (ve diğer benzerlerinin) hitap ettiği Z kuşağı çocukları (mesela benim oğlum) filmin mesajlarını doğru algılayıp daha çok kendine güvenli, daha cesur ve ne istediğini bilen bireyler olmalarının önemini görüyorlar. OKUMAK İÇİN FAHRENHEIT 451 Ray Bradbury Ünlü edebiyatçı Margaret Atwood’un “Yazılmış en iyi bilimkurgu romanı. İlk okuduğumda, yarattığı dünyayla kâbuslar görmeme sebep olmuştu.” Şeklinde yorumladığı büyük bir bilim-kurgu başyapıtıdır “Fahrenheit 451” Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biridir. Bilimkurgunun iyi edebiyat da olabileceğini kanıtlayan ilk yazarlardan biri. Yayımlandığı anda klasikleşen, distopya edebiyatının dört temel kitabından biri olan Fahrenheit 451 ise bir yirminci yüzyıl başyapıtı. Guy Montag bir itfaiyecidir. Televizyonun ve sadece görsel kültürün hüküm sürdüğü bu dünyada kitaplar ise yok olmak üzeredir, zira itfaiyeciler yangın söndürmek yerine yangın çıkaran görevlilerdi artık. Montag'ın işi ise yasadışı olan ürünlerin en tehlikelisini yakmaktı. Yani kitapları... Montag yaptığı işi tek bir gün dahi sorgulamamıştır ve tüm gününü televizyonla kaplı odalarda geçiren eşi Mildred'la beraber yaşıyordur. Ancak yeni komşusu genç bir kız olan Clarisse'le tanışmasıyla tüm hayatı değişir. Kitapların değerini kavramaya başlayan Montag artık tüm bildiklerini sorgulayacaktır. Otoritenin anarşist olarak tanımladığı bazı insanların uğruna canlarını feda etmeyi göze aldığı bu kitapların içinde ne vardı? Gerçeklerin farkına vardıktan sonra bu karanlık toplumda artık yaşanabilir miydi? “Fahrenheit 451” kesinlikle okunması gereken kitaplardan biri... (İthaki Yayınları, 208 sayfa)