3 Film 3 Kitap

  • 18 Aug 2016

YENİDEN BAŞLA / DEMOLITION, DANİMARKALI KIZ / THE DANISH GIRL, SEN BENİMSİN / A BIGGER SPLASH, HARİKALAR KİTABI / Jeff Vandermeer, KAYIP MEKTUPLAR / Ertekin Akpınar, POLİTİKA / David Runciman, hakkında



3 FİLM

YENİDEN BAŞLA / DEMOLITION

Bir araba kazasında karısını kaybeden Davis için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Büyük bir ‘uyanış’ yaşar Davis ve işini, evini sahip olduklarını parçalamakla başlar sonra sıra etrafındaki insanları da ‘kırmaya’ gelir. Aynı zamanda patronu olan kayınpederinden ve esiri olduğu hayattan iyice uzaklaşıp yeni tanıştığı bir kadın ve onun ergen oğluyla ilgilenmeye başlar.

Ölüm gerçeğiyle yüzleşen (“Korkusuz / Fearless”, 1993) ya da tüketme arzusunun, ‘modern hayat’ın ele geçirdiği adamların (“Dövüş Kulübü, Fight Club”, 1999) uyanış hikayeleri her zaman ilgi çekicidir. Ancak “Yeniden Başla” giriştiği meselenin bir yerlerinde ‘tatlı’ bir baş dönmesi yaşıyor. Zira, Davis’in karısını aslında sevmediğinin farkına varması başka bir mesele, sevdiğini geç anlaması başka bir mesele. Film önce ilkini yaparken çok daha sivri ve cesur hamleler yapıp çok daha vurucu bir noktaya doğru ilerliyor. Konforlu bir yaşamın, iyi bir kariyerin ve düzgün bir evliliğin insanın iç mutluluğuna yetip/yetmemesine, ‘neden hep çocuklar gibi sorumsuzca, aklımıza estiği gibi yaşayamıyoruz?’ sorusuna gelip dayanıyor. Ancak finale doğru film öteki yolu tercih ediyor ve bir yas tutma/tutamama hikayesine kırıyor direksiyonu. Bu hareket Davis’in karakterini de ‘muğlaklaştırıyor’ ister istemez. Gene keyif veriyor belki ama keşke başladığı gibi gitseydi diyenler de olacaktır…

Davis rolünde neredeyse her sahnede peşine takıldığımız Jake Gyllenhaal performansıyla filmi yine de diri ve ayakta tutuyor. Naomi Watts her zamanki gibi kendine açılabilen alan içinde iyi bir performans çıkartabiliyor. Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée ise sinematografik olarak ciddi falsolar vermediği filminde özellikle müzik kullanımında önceki filmlerinde de dikkat çeken titizliğini yine sergiliyor. (Bir Film / Fabula)

 

DANİMARKALI KIZ / THE DANISH GIRL

Einar Wegener ya da en çok bilinen ismiyle Lili Elbe, dünya tarihine 1931 yılında cinsiyet değiştirme operasyonu geçiren ilk transseksüel kadın olarak adını yazdıran Danimarkalı ressam. Aslında bir erkek olarak doğmuş olmasına rağmen içindeki kadını sürekli baskılamış, evlenmiş, başarılı bir sanat kariyeri yakalamış ama bir gün içindeki kadın dışarı çıkmak isteyince hayatı bambaşka bir yöne doğru kaymış. Lili’nin yanlış bir cinsiyette doğduğuna iyice ikna olmasının sebebi, bir gün kendisi gibi bir ressam olan karısına yardım etmek için kadın elbisesiyle modellik yapması. Yıllarca Einar adlı bir erkek olarak yaşayan Lili, kadın kıyafetleriyle kendisini daha rahat ve gerçek kimliğiyle hissettiğini keşfetmesiyle acılı bir sürece girer. Einar’ın Lili’ye ulaşması zor ve acılı bir yolculuktur. En büyük destek ise karısı Gerda’dan gelir.

Kuşkusuz “Danimarkalı Kız”ın çarpıcı bir gerçek hikayesi var. Önceki filmi “Sefiller”de de harika bir iş çıkartan iyi bir yönetmeni, karı-kocayı canlandıran iki iyi oyuncusu Eddie Redmayne ve Alicia Vikander’i, titizlikle gerçekleştirilmiş sinematografisi var. Ancak Eddie Redmayne’in olanca çabalamasına ve Lili’nin hikayesine gerçekten üzülüyor olmamıza rağmen kalplerde derin bir iz bırakamıyor film. Bunun sebebi filmin Lili’nin hikayesine, karısı Gerda’yı fazlaca ortak etmesi. Kuşkusuz Gerda da iyi yazılmış bir karakter. Hatta gerçek hikayeden bir parça kopartılıp daha da derinleştirilmiş. Onu canlandıran genç oyuncu Alicia Vikander de kırılgan ama güçlü bir kadını iyi oynayarak karakterinin hikayenin önüne geçmesine ister istemez katkıda bulunmuş.
“Danimarkalı Kız” anlamlı mesajı ve gerçek hikayesiyle belli bir ilgiyi hakeden dygusal ve gerçek bir hikaye.. (As Sanat / Universal)

 

SEN BENİMSİN / A BIGGER SPLASH

1969 yapımı Jacques Deray filmi “Sen Benimsin” (La Piscine) ülkemizde de zamanında sinemalarda izlenmiş, sevilen bir filmdi. Zamanın beğenilen oyuncularından Alain Delon ve Romy Schneider’in St. Tropez’de havuzlu bir villada tatil yapan iki sevgiliyi oynadığı filmde çiftin ortak arkadaşı olan Harry’nin ergen kızıyla beraber birkaç günlüğüne yanlarına gelişi, ani gelişen bir cinayete kadar sürüklüyordu olayları. 69 yapımı film aslında birbirlerine duygudan çok cinsel tutkuyla bağlı bir çiftin ‘kıskançlık’ bahanesi altındaki yok ediciliğini ele alan bir suç dramasıydı.

“Benim Adım Aşk” (I am Love) gibi şahane bir filme imza atmış İtalyan yönetmen Luca Guadagnino da orijinal filmin gediklerinin farkında olduğunu belli eden bir tavırla geçmiş kamera arkasına bu ‘yeniden çevrim’de. 2016 model “Sen Benimsin”in hikayesi orijinaliyle aynı çatıda ilerliyor. Ama karakterlerde büyük farklılıklar var. Marianne ses tellerindeki bir operasyon yüzünden konuşması bir süre yasaklanmış olan popüler bir şarkıcıdır. Belgeselci sevgilisi Paul ile tutkulu bir ilişkileri vardır. Marianne’in eski sevgilisi ve Paul ile tanışmasına da vesile olmuş olan dostları Harry kızı Penelope ile yanlarına gelir. Paul en başta Harry’nin seksüel enerjisi yüksek, gürültücü halinden rahatsız olsa da Marianne’e hâlâ yoğun bir ilgisi olduğunu farkettiğinde daha da huzursuz olur. O da Harry’nin ergen kızı Penelope’nin baştan çıkarıcı hareketlerine karşılıksız kalmamaya başlar.

“Sen Benimsin” yönetmenin önceki filmindeki gibi burjuva eleştirisinden nasibini almış bir film. Onlar bu güzel İtalyan adasında birbirleriyle sevişmenin peşine düşmüşlerken çevrede mülteciler ölüm kalım savaşı vermekteler! Film bu durumu zaman zaman fazla tekrar etse de Guadagnino’nun şahane görüntüleri eşliğinde tutkularının esiri olmuş bu insanların birbirleriyle olan duygusal çarpışmalarını zevkle izliyoruz.

Zaten olağanüstü bir oyuncu olan Tilda Swinton’ın yine boş geçmediği filmde, Ralph Fiennes’ın dinamik/manik performansı da hayli dikkat çekici. Matthias Schoenaerts Paul rolündeki karizmatik sessizliğiyle, “Grinin Elli Tonu”yla cesur rollerin genç oyuncusu olduğunu kanıtlayan Dakota Johnson da lolita kıvamındaki performansıyla göz dolduruyorlar.

3 KİTAP

HARİKALAR KİTABI / Jeff Vandermeer

Yazarlıkla ilgili çok fazla kitap çıkmaya başladı. Hem batıda hem de bizde… Açıkçası bu kitapların çoğu yazma eylemini mekanikleştiren kitaplar olmaktan öteye geçemiyorlar. Yazmak teknik beceriden ziyade her türlü duygunun serbestçe dolaşabildiği büyük bir denizde yüzmektir. Ama bu deniz ne olursa olsun, büyük bir harikalar diyarının içinde olmalıdır da. Yazma üzerine yazılmış kitapların çok azı –eğer içinizde gerçekten varsa- bu diyarı keşfetmeniz için doğru yol ve yöntemleri gösterir.

Fantastik edebiyatın ödüllü yazarı, eğitmen ve yayıncı Jeff Vandermeer’in “Harikalar Diyarı” adlı bu dev eseri bunu sağlamaya çalışıyor en çok. “Harikalar Diyarı” içinizdeki hayal gezegenini harekete geçirmeyi amaçlıyor, bunu yaparken görsel bir yapı kurmayı da ihmal etmiyor. Grafikler, yaratıcı ilüstrasyonlar, haritalar, resimler, tablolar eşlik ediyor kitaba. Vandermeer özellikle roman ve hikaye yaratıcıları için bütün tıkanıklıkları aşmanın yollarını birer birer gösteriyor. Özellikle fantastik edebiyatın ünlü kalemlerinin de fikirlerine yer açarak, yeri zor doldurulur bir kaynağa imza atıyor. Hatta bu yazarların arasında Neil Gaiman’dan, Ursula K. Le Guin’e, hatta “Game of Thrones” kitaplarının yazarı George R. R. Martin’e kadar birçok ünlü yazar var. Hepsi kendi yazım tarzlarıyla ilgili ipuçları verip, beyin kıvrımlarınızın daha fazla hayal üretmesi için ilginç tavsiyelerde bulunuyorlar. Gerçekten de eli kalem tutan herkes için çok faydalı dev bir kaynak bu.

Özellikle fantastik edebiyata meraklıysanız, oturup bir roman yazmayı düşünmüyorsanız bile keyifle içinde kaybolacağınız bir kitap bu aynı zamanda. En azından çok sevdiğiniz filmlere ve romanlara yol açan bu beyinlerin nasıl çalıştığını anlamanızı da sağlamakta, bunu da bir macera romanı gibi ele almakta… (Alfa Yayınları, 350 sayfa)

 

KAYIP MEKTUPLAR / Ertekin Akpınar

“Melekler ve Kumarbazlar” adlı sinema filminin yönetmeni, yazar Ertekin Akpınar’ın uzakta ve varlığından hiç emin olunamayan bir ‘sevgili’ye yazdığı mektuplarını bir araya getirdiği “Kayıp Mektuplar”, bizi melankolik bir yolculuğa çıkarıyor. Akpınar o kadar duygusal, doğrudan, bazen öfkeli, bazen de çoşkulu ama her zaman mertçe kurulmuş cümlelerle ifade ediyor ki kendisini… Sevgilisine ‘matmazel’ diye hitap eden bu adam, hayat ve insanın kendi hayatı üzerindeki yolculuğu üzerine düşünüyor sürekli. Filmlerden, kitaplardan ve şarkılardan güç alıyor ve yazıyor, yazıyor… Elimizde tuttuğumuz ve hiç tanıma şansına erişemeyeceğimiz bir ilham perisine yazılmış bu 13 mektup kimi zaman gündelik hayatın gerçeklerine vuruyor bizi, kimi zaman edebiyatın düşsel sayfalarının içine savuruyor. ‘Bir şeyler yazmam, ya da daha çok kitap okumam gerek’ diyorsunuz okudukça. Mektupların birinde de söylediği gibi Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”yi yazarken öldürdüğü karakterlerden biri yüzünden ağlaması gibi inanıyor ‘Matmazel’e ve bizi de inandırıyor onun varlığına. Kulağınıza sık sık Leonard Cohen, Nick Cave şarkıları geliyor, bazen Arjantin sokaklarında bazen de İzmir kıyılarında dolaşıyorsunuz. “Kayıp Mektuplar”ın ‘eli kalem tutan adamı’, kendisini olanca yürekliliğle açıyor, tonla filmden ve kitaptan destek arıyor bunu yaparken de. Sinemaya meraklı olanlara şahane bir ‘izlenecekler’ listesi de çıkıyor, tıpkı ‘okunacaklar’ listesi gibi…

İlk başta bir mahremiyet alanına girmiş gibi hissetseniz de Matmazel hepimizin aradığı prens/prenses’e dönüşüyor birkaç mektup sonra. Olanca yalnızlığımızın içinde umutsuzca ruh eşimizi arıyoruz yürüdüğümüz sokaklarda, okuduğumuz kitaplarda, dinlediğimiz müziklerde, izlediğimiz filmlerde… Buluyoruz hep bir şekilde ama kitap, film, şarkı bitiyor bir yerde ve sokağın sonuna geliyoruz karşımızda trafikle dolu bir cadde… Sonra yine kalıyoruz bir başımıza. O zaman belki hepimiz kalemlerimizi alıp Ertekin Akpınar gibi mektuplar yazmalıyız mösyö ve matmazellerimize.. Belki o zaman ruhumuz az da olsa huzur bulabilir biraz, belli mi olur? (Alakarga, 119 sayfa)

 

POLİTİKA / David Runciman

Dünyanın en mutlu ülkesi araştırmalarında birinci sırada yıllardır aynı ülke çıkmaktadır: Danimarka. Ve şu sıralar dünyanın en mutsuz ülkelerinden biri de kuşkusuz Suriye’dir. Peki yıllarca monotonluğundan şikayetçi olunan Danimarka’nın yine de insanın ömrünü uzatan dinginliği, refah düzeyi bu kadar çekici bir hal almışken, bir zamanlar Ortadoğu’nun da nispeten refah ülkelerinden biri olan Suriye nasıl bu kadar kaotik bir ülke konumuna gelebildi? Bu sorunun çok net bir cevabı var: Politika yüzünden. Ünlü İngiliz siyaset bilimcisi David Runciman bu sorudan yola çıkarak bize “Politika” denilen kirli oyunu her yönüyle tane tane anlatıyor. Politika nedir ve insanoğlu neden ‘politika’ya ihtiyaç duyar? Demokrasi bu kavramın neresindedir? “Devlet” kavramı neden ortaya çıkmıştır? Bir ‘devlet’in olması şart mıdır? Diktatörlükler nasıl doğar? Politikanın yegane amacı insanların savaşmaktan kaçınmasını sağlamaksa, bunca savaş neden hâlâ var? Gelişen teknoloji politikayı nasıl etkiler? En kötü politika bile kaostan daha mı iyidir gerçekten?

Bütün bu cazip soruların çok net cevapları var aslında ve Runciman bütün cevaplara sahip. Okudukça zaten günümüzde yaşadığımız her şeyi birbirine ekliyorsunuz, zihniniz açılıyor giderek. Esprili grafikler düşüncelerinize ve Runciman’ın dünyanın her yerinden derlediği örneklerle ve gerçek alıntılarla yüklediği keyifli metnine eşlik ediyor üstelik. (Domingo, 168 sayfa)

 

 

 

Sinema ve kitap keyfini Kioskluyoruz :)

Yorum Yap

Yazarın Diğer İçerikleri

BURAK GÖRAL İLE KÜLTÜR SANAT REYONU
BURAK GÖRAL ile KÜLTÜR SANAT REYONU
3 FİLM 1 KİTAP – 14 Aralık
3 FİLM 1 KİTAP – 29 Kasım
3 FİLM 1 KİTAP – 14 Kasım
3 FİLM 1 KİTAP – 7 Kasım
3 FİLM 1 KİTAP – 31 Ekim
3 FİLM 1 KİTAP – 17 Ekim
3 FİLM 1 KİTAP – 5 EKİM
3 FİLM 1 KİTAP – 25 Ekim
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP