3 Film 3 Kitap

  • 19 Sep 2016

ORMAN ÇOCUĞU / THE JUNGLE BOOK, BROOKLYN, CLOVERFIELD YOLU NO 10 / 10 CLOVERFIELD NO LANE, DOĞU AVRUPA’DA YOLCULUK / GABRİEL GARCIA MARQUEZ, PSİKOSOYBİLİM / ANNE ANCELIN SCHÜTZENBERGER, hakkında



3 FİLM

ORMAN ÇOCUĞU / THE JUNGLE BOOK

Hindistan doğumlu İngiliz yazar Rudyard Kipling’in 6 yaşında ölen kızı Josephine için yazdığı hikayelerinden oluşan “The Jungle Book” (aslında ‘Orman Kitabı’ demek) ormanda kurtlar tarafından büyütülen Mowgli adlı bir çocuğun maceralarını anlatır. Mowgli’nin bir insan yavrusu olarak dikkat çekmeye başlamasıyla orman hayvanları onun artık diğer insanların arasına karışması gerektiğine karar verirler. Ayrıca insanlardan nefret eden vahşi kaplan Shere Khan ormana dönüyordur ve Mowgli’nin hayatı tehlikededir. Onu ilk bulan panter Bagheera onu insan köyüne güvenli bir şekilde götürmeyi kabul eder. Mowgli yolda hayattan keyif almayı, dostluğun önemini öğreneceği Ayı Baloo ile tanışır ve türlü maceralar yaşarlar.

Sinemaya pek çok kez uyarlanan “Orman Çocuğu”nun en iyi uyarlaması caz müziklerle de renklendirilen 1967 yapımı Disney animasyonuydu. Bu yeni çevriminin sağlam senaryosu yine Disney animasyonunun izinden gidiyor bir yere kadar, ama dramatik etkileri daha iyi ortaya çıkaracak kimi hamleler de yapılabilmiş. Birbirinden unutulmaz sahneler var filmde, Mowgli’nin Maymun Kral’la karşı karşıya kaldığı bölüm muhteşem mesela. Dev yılan Kaa’nın sahnesi de öyle. Mowgli’yi canlandıran çocuk oyuncu Neel Sethi sanki bu filmde oynamak için doğmuş! Diğer hayvan karakterlerde de birbirinden iyi dublaj performansları var.

“Orman Çocuğu”nda insanoğlunun yıkıcılığının altı bir kere daha çizilirken, her toplumda kötülüğün olabileceğini ama bunu bertaraf etmenin güçlü bir dayanışmayla ve sevgi/saygı sınırları içerisinde mümkün olabileceği anlatılmakta. Bu gezegen, bu kadar yıkıcı olmaya gerek kalmadan insanından hayvanına kadar herkesin barış içinde yaşayabileceği bir gezegen olabilirdi.. Bu güzel film, bizim bunun bir kez daha farkına varmamızı sağlıyor…

(Yeni Film / Disney)

 

BROOKLYN

1950’li yıllarda İrlanda’da çevresi tarafından akıllı ve becerikli bir genç kız olduğu bilinen Eilis, ablası ve annesiyle birlikte yaşıyor, tezgahtarlık yapıyordur. Sakin mizaçlı bir kız olan Eilis, ablasının girişimleriyle Amerika’da bir iş ve kalacak yer ayarlayabilir kendisine. Annesini de ablasına emanet ederek bir şekilde kendisini cesaretlendirir ve gemiye atladığı gibi kendisini Brooklyn limanında bulur. Amerika genç kadına iyi gelir. Sıla hasretiyle bir süre zor başetse de, giderek sosyalleşir, çalıştığı işte başarılı olur ve çok iyi bir adamla tanışır. Tam Amerika’daki hayatına alışmış, hayatından ve kendisinden zevk almaya başlamışken yaşanan ani bir gelişme onu İrlanda’ya geçici de olsa geri dönmeye zorlar. Ama İrlanda’da da onu başka türlü seçenekler karşılar. Çünkü Eilis, Brooklyn’den önceki Eilis değildir ve bu kazanımlarıyla memleketinde daha güzel bir geleceğe kavuşma fırsatı vardır artık…

“Brooklyn” en başta göçmen bir genç kadının çalışkanlığı, kafası ve iyi niyetiyle tutunabilmesi, kendisini geliştirip nihayet kendi rengini bulmasını anlatıyor. Sonra bir aşk filmine oradan da Eilis’in bir seçim yapmak zorunda olduğu son kısma ulaşıyor. Bu ilk üçte ikilik kısım son derece güzel yazılmış. Kaldı ki filmin senaryosunu çoksatar bir romandan uyarlayan usta yazar/senarist Nick Hornby’nin neşeli üslubunu hissetmemek mümkün değil. Yönetmen John Crowley, Oscar adayı filmi “Brooklyn”de meselesini diğer göçmen hikayelerine göre oldukça aydınlık bir üslupla ele alıyor. Kişinin tüm zorluklara rağmen kendi potansiyeliyle biraz da sınırlarını aşarak kendi düzenini kurabileceğini anlatıyor. Filmin ve senaryonun bu kısımları çok iyi. Özellikle de Eilis’in kaldığı evde diğer kiracı kızlarla geçirdiği zamanlar çok iyi yazılmış diyaloglarla süslü.

Genç oyuncu Saoirse Ronan hem okyanusu hem de kendini aşan Eilis’i çok iyi oynayıp filmi de başarıyla sırtlıyor. Sınırlı bir alanı olsa da ablası rolünde izlediğimiz Fiona Glascott da duygusal bir performans sergiliyor. (Bir Film / Fox)

 

CLOVERFIELD YOLU NO 10 / 10 CLOVERFIELD NO LANE

Orijinal “Cloverfield” filmi bir ara yağmur gibi üzerimize yağan ‘buluntu film’ türünün en iyilerinden biriydi. Hani yaşanan kötü olayları aslında olayın kahramanlarından birinin çektiği video görüntülerinin bulunması sayesinde izliyormuşuz gibi yapan filmler… “Cloverfield”da da New York’taki bir ev partisinde eğlenen insanlar, çok acayip bir uzaylı istilasının ilk safhasına şahit olurlar. Okyanustan New York’a doğru gelen dev bir canavar büyük bir terör yaratır. Olan biteni film boyunca sağ kalmaya çalışan kahramanların amatör kamerayla çektikleri görüntülermiş gibi izleriz.

“Cloverfield Yolu No 10” ilk filmin kişileri ve atmosferinden oldukça uzakta. Saldırının gerçekleşmesinden bir gün önce sevgilisini terkedip uzun yola çıkan Michelle adlı genç kadın yolda bir kaza geçirir. Ayıldığında, koluna serum bağlanmış, bacağından bir su borusuna zincirlenmiş olduğunu şaşkınlıkla farkeder. Aslında Howard adlı bir adamın kırsaldaki evinin altındaki sığınakta tutsaktır. Howard ona dışardaki hayatın esrarengiz bir saldırı sonucunda bittiğini, bu sığınağa onu taşıyarak aslında onun hayatını kurtardığını anlatır. Sığınakta Emmett adlı başka biri daha vardır. Michelle en başta bu hikayeye hiç inanmaz ama zaman geçtikçe onu tereddütte bırakacak kimi olaylar gerçekleşir…

Filmin sürprizlerini bozmadan buraya kadar anlatabilmek mümkün. Sonrasında birkaç türün iç içe geçtiğine şahit oluyoruz: Önce klostrofobik bir rehine hikayesi, sonra kıyamet-sonrası gerilimi, ardından uzaylı istilası temalı korku filmine dönüşen bir türler kolajı… Evin içinde geçen sahneler, dozu iyi ayarlanmış senaryosu sayesinde dakikalar ilerledikçe kolayca sarkabilecekken böyle bir sıkıntı yaşatmıyor. Sonunda ise tahmin edilebilir olmasına rağmen seyir zevki veren heyecanlı bir final var. (Yeni Film / Paramount)

 

3 KİTAP

DOĞU AVRUPA’DA YOLCULUK / GABRİEL GARCIA MARQUEZ

“Kırmızı Pazartesi”, “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk” ve “Benim Hüzünlü Orospularım” gibi okuyanlarını mest eden büyük eserlere imza atmış, Nobel ödüllü Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez, 1950’li yıllarda ‘soğuk savaş’ın en harharlanmaya başladığı dönemde bazen ona katılan bazen de gidip gelen iki gazeteci arkadaşı Franco ve Jacqueline ile birlikte bir Doğu Avrupa yolculuğu yapmış.. Önce Doğu Almanya’dan başlıyorlar. Batı Berlin’in ne kadar Amarikanlaştırıldığına şahit olduktan sonra Doğu Berlin’in tarihi ne kadar acayip bir şekilde dondurabildiğine şahit oluyor mesela. Hitler Almanyasının kalıntılarını tespit ediyor, insanlarıyla ilginç tanışıklıklar yaşıyor. Sonra Çekoslavakya’ya geçiyorlar. Diyor ki mesela yazar bu durağında: “Hayatından az ya da çok hoşnut olmayan hiçbir Çek’le karşılaşmadım ben.” Zaten bu gezi kitabını benzerlerinden farklılaştıran şey de bu hissiyat. Her ne kadar gazeteci kimliğiyle çıkılan bir gezi olsa da bir edebiyatçı hassasiyetiyle yaklaşıyor Marquez şehirlere, şahit olduğu durumlara ve insanlara… Çekoslavakya’dan Polonya’ya geçiyor sonra. Sokaklarda ne çok insan var diyerek şaşkınlığını gizleyemiyor yazar. Gençlerin politik hareketliliğine hayran kalıyor en çok. Polonyalı gençlerin siyasete etkin yorumlar yaptıkları dergi ve gazetelere değiniyor, üniversitenin barut fıçıcısı gibi olduğuna değiniyor. Kitapçıların ve kitapların çokluğuna halkın okumaya ne kadar düşkün olduğuna da değiniyor. Ama kitabın en lezzetli bölümleri 1950’lerin Sovyetler Birliği’ni gözlerimizin önüne seren kısım. Usta yazar Moskova’nın her yerini didik didik ediyor adeta ve bizi de diğer şehirlerde olduğu gibi yanında gezdiriyor adeta.

Harika bir yazardan nostaljik bir gezi kitabı okumakla kalmıyor, onun kılavuzluğu eşliğinde ‘demirperde ülkeleri’ aracılığıyla sağlam kapitalizm-komünizm karşılaştırmaları ve değişik insan portreleriyle hemhal oluyorsunuz. (Can Yayınları, 139 sayfa)

 

PSİKOSOYBİLİM / ANNE ANCELIN SCHÜTZENBERGER

Anne Ancelin Schützenberger 1919 yılında Moskova’da doğmuş Fransız bir bilim insanı. Ve evet, hâlâ hayatta. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Psikosoybilim” adlı bu kitabı da ilk kez 2007 yışında Fransa’da yayımlanmış çok değerli bir çalışmanın ürünü. Kendi iç dünyasını önemseyen, ‘insan’ denen varlığı çok daha iyi tanımlayabilmenin peşine düşmüş okurların büyük keyif alacağı bir eser aynı zamanda. Çünkü Schützenberger modern insanın bugünkü tüm davranışlarının kökeninde yatan aile geçmişine, soyuna bağlı özellikler gösterdiğini tane tane anlatıyor. Mesela sizin bazı hareketleriniz aslında önceki kuşaklarınızın sürekli tekrar ettiği travmaların bir ürünü olabilir.

Bunun yanısıra anne karnına düştüğümüz an bile kişiliğimizi etkileyen olaylar silsilesinin başlangıcı. İstenen, planlanan bir çocuk muydunuz? Kardeşler arasında kaçınsınız? Nasıl bir doğumla hayata geldiniz? İsminiz nasıl seçildi? Dedenizin dedesi nasıl bir hayat yaşadı, ne hatalar yaptı, yetenekleri neydi? Kuşaklararası analiz yapılabilse daha bilinçli bir hayata kavuşmaz mıydınız?

Tıpkı kitabın arkasındaki tanıtım yazısında olduğu gibi; “Psikosoybilim, travmaların kuşaklaraşırı ve kuşaklararası bilinçaltı aktarımı, bilinçaltı aile sadakati, yıldönümü sendromu, genososyogram vb. temel kavramları bilimsel bir titizlikle fakat hep örneklerin eşlik ettiği yalın bir dille anlatıyor.”

Aslında herkesin kendi soyağacını iyi bilmesi ve tanıması gerekiyor. Buna karşılık Schützenberger şunu hatırlatmaktan da geri durmuyor: atalarımızın hatalarını, ıstıraplarını ve kabahatlerini tekrarlamayalım ama yine de bilelim ki olgular çoğunlukla bir anlamı olan belirgin döngülerle tekrar ederler. Bu tekrar eden olguların önelenemezliğine ‘yıldönümü sendromu’ demiş yazar. Bazen sebepsiz yere yaşadığınız bir hüzün, atalarınızın aynı dönemlerinde yaşadığı bir kaybının bugünkü size bir yansıması olabilir mesela. Geçmiş kuşaklarda yarım bırakılan önemli işler, hatta ‘yas’lar bile birgün gelip sizi bulabilir. Yazar buna da ‘görünmez aile sadakati’ diyor.

Bu değerli çalışma, piyasa işi yaşam koçu kitaplarından çok daha faydalı bir ‘hayatına yön vermek senin elinde’ kitabı aslında. Bilimsel verilere ve araştırmalara dayalı, değerli bir beyinden çıktığını her satırında belli eden bu eser, sizi aile geçmişinizde bir yolculuğa davet ediyor ve bu yolculuk sonunda daha bilinçli bir hayat sürmenizi salık veriyor. Aile sorunlarıyla yüzleşmek, hatta onları üstlenmek ve sonunda kendi yolunuzu çizmekten bahsediyorum. Bu kitabı okumak iyi bir başlangıç… (İş Bankası Kültür Yayınları, 214 sayfa)

 

IŞIKLA KARANLIK ARASINDA / LÜTFİ Ö. AKAD

“Kanun Namına”, “Vesikalı Yarim”, “Kızılırmak Karakoyun”, “Hudutların Kanunu”, “Gelin”, “Düğün”, “Diyet” gibi Türkiye sinemasının önemli filmlerinden bazılarına imzasını atmış Lütfi Ö. Akad’a boşuna ‘ustasız usta’ demezler. 1940’ların sonunda girdiği sinema sektöründe usta bir yönetmenin yanında pişerek değil, kendi yolunu kendisi bulmuş bir yönetmendir. Kendisi zaten müthiş detaylarla dolu bu şahane anı kitabı “Işıkla Karanlık Arasında”da sinema sektörüne girişini şu cümlelerle anlatır: “Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir.”

Lütfi Akad kitabında da sık sık belirttiği gibi bir anda kendisini film sektöründe bulmuş ve bir cesaretle yönetmenliğe başlamıştır.

Aslında Akad’ın sinemaya girişinin ve tüm kariyerinin bu samimi hikayesi biraz da Türkiye sinemasının hikayesini oluşturur. Akad’ın bin türlü yoksunluk ve sorunla uğraşarak, bir avuç tutkulu insanla birlikte el yordamıyla çalışarak adeta sinemanın olanaklarını kendi kendilerine yeniden keşfederek film yapmaları “Işıkla Karanlık Arasında”nın en keyifli bölümlerini oluşturuyor. Senaryo yazmayı kendi kendine öğrenmesi, sinemamızın emektar görüntü yönetmeni Kriton İlyadis’le kafa kafaya verip kendi görsel efektlerini keşfetmeleri, mekan sorunlarını o anda gelişen fikirlerle çözümlemeleri, ilk kez sinemaya başlayan oyuncu adaylarla uğraşmak… Kendi deyimiyle 1966 yılına kadar sinema dilini öğrenerek film çekiyor Lütfi Akad.

Ülkemiz sinemacılarında çok rastlanan bir durum değildir genç kuşak sinemacılara tavsiyelerde bulunma çabasının bu kadar açıkça ifade edildiği bir anı kitabı yazmak.

İlk baskısı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılan “Işıkla Karanlık Arasında” şimdi yeniden özenli bir baskıyla İletişim Yayınları tarafından sinemaseverlerin kütüphanelerine sunuldu. Türk sinemasının tartışmasız üstadlarından birinin kılavuzluğunda Türkiye sineması tarihinde bir yolculuk ve sinema öğrencileri için eşsiz bir kaynak… (İletişim Yayınları, 480 sayfa)

3 Film 3 Kitap ile önerileri sizler için Kioskluyoruz :)

Yorum Yap

Yazarın Diğer İçerikleri

Av İle Avcı Dost Olunca
Predator: AVCI GÜÇLENDİ
Çocuklarla Süper Kahramanlık
Büyüyünce kaybettiğimiz şeyler
Tom Cruise ile nefes nefese
Abba ilacımız geldi!
“Zor Ölüm” taklidi bir gişe eğlencesi: Gökdelen
En küçük süper kahraman: Ant-Man
Yeter ki oyunsuz olmasın hayat!
Gelinlerin savaşı
Deadpool’da biraz ehlileşme var!
Kadınlar ve Elmaslar
Bu bir aşk hikayesi değil!
Dinazorlu felaket filmi
BURAK GÖRAL İLE KÜLTÜR SANAT REYONU
Bir çıkış yolu aramak…
Han Solo gençken daha mı ciddiymiş?
Makineleşen İnsan Mı; İnsanlaşan Makine Mi?
3 Film 3 Kitap
BURAK GÖRAL İLE KÜLTÜR SANAT REYONU