Av İle Avcı Dost Olunca

  • 6 Dec 2020

BURAK GÖRAL / KİOSKLA SİNEMADA İZLEMEK İÇİN ALFA KURT Alpha “Alfa Kurt” bizi 20.000 yıl öncesinin Avrupa’sına götürüyor.



Bozulmamış bir doğa, medineyleştirilmemiş toprakların uçsuz bucaksızlığında henüz ilkel çağın insanları kabileler halinde yaşıyorlar. Bir kabile şefinin ergen yaşlarındaki oğlu Keda ilk kez savaşçılarla birlikte evinden uzakta avlanmaya gidiyor. Annesi aslında onun henüz avlanmaya hazır olmadığını çünkü çok duygusal bir çocuk olduğunu düşünüyor. Zaten Keda da yolda yaşanan birkaç tecrübede tek besin kaynakları olan hayvanları çok da kolay avlayabilen bir kabile üyesi olmadığını kanıtlıyor.
Büyük av sırasında geçirdiği bir kaza babasıyla birlikte diğer erkeklerin onu öldü zannetmesine neden oluyor. Keda çok uzun ve zorlu bir yolculukla yaralı olarak eve dönmeye çalışacaktır artık. Bu uzun, tehlikelerle dolu ve öğretici yolculuk sırasında ona saldıran vahşi kurtu yaralayınca ikisi arasında farklı bir ilişki başlar. Artık birbirleri için av değil, birbirlerini hayatta tutmaya çalışan en büyük destekler olurlar.

Filmin başardığı en büyük mesele; Keda ile Alfa adını taktığı bu kurtun birlikte en başta birbirleriyle iletişim kurmaları imkansız gibi görünse de filmin belli bir yerine kadar bunu hayli ikna edici ve duygusal bir şekilde ikna ediyor olması. CGI efektlerin desteğiyle vahşi kurtun kimi hareketleri tamamlanmış olsa da Keda ile vahşi kurt arasında yaşananlar oldukça inandırıcı görünüyor. Yönetmen Albert Hughes’un özellikle de av sahnesinden başlayarak filmini baştan başa şık bir görsellikle donatmış olması da filmin seyir keyfini hayli arttırmakta. Hayli sert koşullarda süregiden bu zorlu yolculuk izleyenlerine de heyecanlı anlar yaşatabiliyor.
Ancak son yarım saatinde yani ikilinin kar fırtınasında kaldığı kısımlar ve tüm final, en baştaki ayrıksılığı ve sertliği bir parça yumuşatıyor ve bir Disney çocuk filmi kimliğine yaklaştırıyor.
Ama özellikle çocuk izleyiciler için harika mesajlarla dolu film. Bir defa en vahşi hayvanla bile belli bir samimiyetle ve içten tavırla iletişim kurulabileceği anlatılıyor. Bu konuda akıllara “Pi’nin Yaşamı”da gelebilir. Keda’nın film boyunca tutarlı bir şekilde gelişen cesaret, empati ve hayatta kalma içgüdüsü de çocuklar için pozitif bir örnek oluşturacaktır. Bugünün dillerinden çok farklı bir dilde konuşan ilkel insanların nasıl yaşadığını da meraklı gözlerle izleyebilir. Onlarla filme giden anne-babaların da sıkılacağını hiç sanmıyorum….

EVDE İZLEMEK İÇİN

SESSİZ BİR YER

A Quiet Place

Üç çocuklu bir aileyle tanışıyoruz filmin hemen başında. Terkedilmiş, salaş bir markette ihtiyaçlarını topluyorlar. Bunu yaparken hiç ses çıkarmamaya özen gösteriyorlar. Birbirleriyle fısıltıyla bile konuşmuyorlar. İşaret dilini kullanmaları yetmiyor. Ses çıkmasın diye ayakları çıplak, bir şeye deyip düşürmekten özellikle imtina ediyorlar. Sonra yola çıkıyorlar, evlerine dönmek üzere. Yine çok sessizler. Çevrede onlardan başka kimseler yok. Sonra neden böyle davrandıklarını şok bir sahneyle anlıyoruz. Artık bu ailenin iki çocuğu vardır.
Sese çok duyarlı uzaylı yaratıklar doğal hayatı sona erdirmiştir. Ses çıkaran insanlar bu canavarlar tarafından hızlı bir şekilde katledilmektedir. Bu acı kayıbın bir sene sonrasına gidiyoruz. Ailenin babası ve annesi çocuklarını sessiz kalmaya alıştırmış, dikkat çekmeden sessizce yaşamaya çalışmaktadırlar. Kadın hamiledir ve doğuma tahmin ettiklerinden de az kalmıştır. Evlerinin etrafında yuvalanmış, doğanın kendi sesi dışındaki her türlü sese aşırı duyarlı çok çirkin üç tane uzaylı canavar vardır.

Oyuncu/yönetmen Krasinski, filmi hikayenin ortasından girerek başlatmasına, diyalog kullanımını minimumda tutmasına ve pek çok soruyu da cevapsız bırakmasına rağmen seyirciyi salondan tatminsiz çıkartmıyor. Filmde bu uzaylıların nereden ve nasıl geldiği, bütün dünyayı ele geçirip geçirmediği, onlara karşı bir topyekün savaşın yapılıp yapılmadığı hiç tartışılmıyor bile. Film, aile dışında kimseyle ilgilenmiyor, hiç çemberin dışına çıkmıyor, çıkmanıza da pek izin vermiyor.
Ama esas mesele film bittikten sonra, hikaye hakkında biraz daha düşünmeye başlayınca kendisini göstermeye başlıyor. Her korku filmindeki gibi aslında altında son derece gerçek başka bir şey anlatıyor. Sanırım “Sessiz Bir Yer” en çok da ebeveynlik üzerine bir film. Bütün o çok heyecanlı sahnelerine rağmen mesele sadece izleyicisine heyecanlı dakikalar yaşatmak değil. Bu hikayede çocuklarına ancak susarlarsa, sessiz kalırlarsa yaşayabileceklerini öğreten, etraflarındaki üç canavara başkaldırmayı, onlara (ya da hayatın zorluklarına) karşı mücadele etmeyi düşünmeden yaşayıp gitmeyi hedefleyen bir anne-baba var. Film aslında bunun kötü bir ebeveynlik örneği olduğunu anlatıyor kanımca ve babaya da bunun bedelini ödetiyor. Bu ailenin sessiz kalmayı en iyi başaranı baba elbette ve bütün koruyucu önlemlerine, birtakım acil defans planlarına ek olarak herkesi de sessiz kalmaya alıştırmıştır. Ancak bütün bu sessiz düzen, doğacak olan yeni çocuk ve çiftin duyma özürlü kızının bir nevi başkaldırısıyla değişecektir. Zaten filmdeki gerilim unsurlarından biri de bu doğum gerçekleşince ne olacak endişesi… Filmdeki en sessiz karakterin yani duyma ve konuşma özürlü kızın çıkardığı sesin ise kilit bir işlevi olacak. Çünkü babanın düşüncesinin aksine böyle başını sürekli eğerek, ses çıkarmadan hayatta kalabilmek her zaman mümkün değildir. Hayat, aslında harekete geçmek ve risk almaktan ibarettir!

ÇOCUKLARLA İZLEMEK İÇİN

ALİS HARİKALAR DİYARINDA 
Alice in Wonderland

En az 20 kere birebir uyarlanmış, komedisinden korku filmine kadar her türde sinemalaştırılmış bir hikâyeyi bize bir kez daha heyecanla beklememizi sağlayacak bir filme dönüştürecek birkaç yönetmen varsa onlardan biri kesinlikle Tim Burton’dır.
Lewis Carroll’ın (ki gerçekte bir matematikçi olan Charles Dodgson adlı bir yazarın mahlasıdır bu isim) bundan 130 küsur yıl önce yazdığı bu çocuk romanı hâlâ her okunduğunda etkileyici bulunan bir eserdir. Genç kızlığın eşiğindeki Alis’in çocukluğa veda hikayesidir bir nevi. Ama bildiğimiz masallardan çok farklıdır da. Çünkü biraz da Caroll’ın gerçek hayatıyla ilgili kimi söylentilerden yola çıkılarak baştan aşağı uyuşturucu tribi olarak da yorumlanabilmektedir. Çünkü Alis’in kıyafetli ve elindeki saatle sürekli geç kaldığını söyleyen beyaz bir tavşanı takip ederek bulduğu paralel evrende konuşan hayvanlar oldukça garip konuşmaktadırlar! Alis’e kimlik karmaşası yaşatan nargileci tırtıl mesela! Ona mantar yemesini tavsiye ediyor. Mantarın bir parçası onu büyütecek diğeri de küçültecektir. Yani bir parçası onun kafasını bulutlara ulaştıracaktır! Alis, Harikalar Diyarı’nda hayalet gibi dolaşan varoluşçu bir kediyle de karşılaşır. Bu kedi Alis’in yolculuğunda ona sık sık görünür ve küçük çocukların asla anlam veremeyecekleri şeyler söyler. Alis en başta merakına yenik düştüğü için kovaladığı beyaz tavşanın izini kaybedip de sonunda kendisini kızıl kraliçenin mahkemesinde suçlu ilan edilmiş olarak bulunca, harikalar diyarı kabuslar diyarına dönüşür…
İçinde matematik şifreleri olan, bir uyuşturucu tribi olarak bile okunabilen, Wachowski kardeşlerin “Matrix”inden, Fincher’ın “Oyun / The Game”ine kadar çeşitli filmlere ve rock şarkılarına ilham kaynaklığı yapan, aslında her daim karşımıza çıkan bu hikayeyi bir daha çekerken kuşkusuz onu farklı yorumlamak lazımdı. Nitekim Tim Burton’ın çektiği bu yeni Alis filminin senaryosu ikibinli yılların yorumunu katma gayretiyle yazılmış. Neyse ki Burton’ın önceki filmlerinden “Çikolata Fabrikası” ve “Maymunlar Cehennemi”ndeki gibi yıkıcı değişiklikler değil bunlar.
Burton’ın çay partisi sahnesini orijinalinden daha komik hale getirmesi, Tweedledee ve Tweedledum karakterlerini daha işlevselleştirmesi hoş ayrıntılar. Burton’ın filmi son tahlilde sadece yenildiği anda tat veren şekerlere benziyor. Ne bir doygunluk hissi veriyor, ne de ağızda çok uzun süre kalacak bir tat bırakıyor. 10 yaşından küçük çocuklar için en iyisi hikayenin 1951 yapımı Disney animasyonunu izletmek. Tim Burton’ın bu filmini de özellikle 9-10 yaşlar için saklamak daha doğru

 

 

 

OKUMAK İÇİN

FALCONER HAPİSHANESİ 
John Cheever

Time dergisine göre ingilizce yazılmış en iyi 100 romandan biridir John Cheever’ın “Falcone Hapishanesi”. Amerikalı ünlü yazar John Cheever daha çok Amerikan banliyö mahallerinde geçen insan hikayeleriyle tanınırdı. Ancak bu romanı yazarın farklı bir çevrede nasıl da başarılı bir eser çıkartabilidiğinin dev bir kanıtı.
Uyuşturucu bağımlısı Profesör Ezekiel Farragut, kardeş katlinden on yıl hapse mahkûm olur. Karısının azap verici ziyaretlerinin, hapishane yaşamının vahşi tekdüzeliğinin ve hafızanın ağır yükünün ortasında insanlığını korumaya, kefaretini ödemeye çabalamaktadır.
Falconer Hapishanesi’nde Cheever, edebiyatında önemli bir yer kaplayan banliyöden uzaklaşıyor. Ama parmaklıkların ardında bir hapishane romanından çok daha fazlasını yazıyor. Farragut’ın hikâyesinde kendi korkularıyla, kendi karanlığıyla yüzleşen yazar; özgürlüğü, insanın kendi zihninin ve bedeninin içinde özgür olabilme çabasını anlatıyor. Cheever’ın birçoklarınca başyapıtı sayılan ve hakkında en çok yazılan eserlerinden biri olan Falconer Hapishanesi, insanlık durumu üzerine büyüleyici bir kıssa niteliğinde. (Can Yayınları, 188 sayfa)

 

Yorum Yap

Yazarın Diğer İçerikleri

3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 FİLM 1 KİTAP
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 Film 3 Kitap
3 FİLM 3 KİTAP
3 Film 3 Kitap