Kutlamalar Yetmez

  • 11 Nov 2020

Atatürk’ü anlamak ve sevmek onun ilke ve devrimlerine sahip çıkmak ve uygulayabilmektir. Yalnızca imzasını veya resmini bir yerlerde konumlandırmak yetmez. Sembolik kutlamalar hiç yetmez.



Atatürk’ü anlamak ve sevmek onun ilke ve devrimlerine sahip çıkmak ve yaşamımızın her alanında uygulayabilmektir. Yalnızca imzasını veya resmini bir yerlerde konumlandırmak yetmez. Sembolik kutlamalar hiç yetmez. 

Yaşadığımız bu ülke için, özgürlüğümüz için, kutsallarımız için, canı pahasına savaşmış bir lideri saygıyla anmak da yetmez.

Aslında bu yazımı sizlerle dün paylaşmak istedim. Maalesef ki yetiştiremedim. Atam için çekilen reklam filmlerini seyretmekten, yazılan makaleleri okumaktan, ona doyamamaktan yetiştiremedim. Her defasında bu kadar güzel bir liderin kurduğu Cumhuriyetin çatısı altında olmaktan onur duyuyorum.

Ekim ayı sonlarında açmaya başlayan ve kasım ayı süresince çiçek veren kasımpatıları pek seven Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere 10 Kasım’da veda etmesi de bana pek manidar geliyor.

Her 10 Kasım’da boğazımın düğümlendiği, her 29 Ekim’de marşlarla coştuğum, her 30 Ağustos zaferle gururlandığım, her 19 Mayıs gençliğin ruhunu hissettiğim ve her 23 Nisan’da çocuk olduğum bu güzel destanı bize yaşatan Mustafa Kemal Atatürk’ü böyle anmak istedim. 

Mustafa Kemal Atatürk;

Hayatı ertelemezdi. Dolu dolu yaşardı. Fakat, saklısı gizlisi de olmazdı.

“Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız” diyordu.

Dürüstlük konusunda asla taviz vermezdi.

Bir toplantıda, kendi partisinden bir bucak başkanının çekinmeden tenkitlerde bulunması üzerine “Bu genç doğru söylüyor, tebrik ederim. Biz her yaptığımızı övenlerden değil, gerçekleri olduğu gibi görenlerden fayda göreceğimize inanmalıyız. Bu genç, doğru düşünüyor. Söylediklerinde, bende içinde olduğum halde hepimiz için ibret alınacak şeyler vardır.” Diyerek cevap verdi.

Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı. Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı, ay başında maaşı alınca kapatırlardı.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra insanlardan uzaklaşmadı. Tokatlıyan'a Pera Palas'a Garden Bar'a Rose Noir'a giderdi. Yaz aylarında Büyük ada Anadolu Kulübü favorisiydi.

Kış aylarında Park Otel'in akşam yemeklerini çok severdi.

Dolmabahçe'den çok sıkılırdı.

Saraydan kaçıp, tek başına bir eğlence mekanına gidebilmesi “harekat planı” gerektiriyordu.

Çünkü parası yoktu...

Maaşı yaverlerindeydi, ödemeleri daima onlar yapıyordu. Yine böyle çok sıkıldığı bir gün, başyaver Rusuhi'yi aradı, bulamadı.Genel sekreteri Hasan Rıza, Avrupa'daydı.Yaver Celal Üner'i buldu. “Bana para lazım” diyemedi… “Şu masanın üstüne biraz bozuk para bırakın, hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum” dedi! Güya hizmetliler için cep harçlığı istemişti. Yaver Celal tecrübesizdi, durumu kavrayamadı, hakikaten bir avuç dolusu bozuk parayla geri geldi! Masanın üstüne 1 liralık, 2.5 liralık bozuk paralar bıraktı. Mustafa Kemal havanın kararmasını bekledi. Bozuk paraları cebine doldurdu, sırtına bir ceket aldı, yürüyüş yapıyormuş gibi dış kapıdan çıktı, ilk gördüğü taksiyi çevirmesiyle kaybolması bir oldu.

“Sür” dedi…

Tepebaşı'na, Mazarik'e gitti. Restoran-bar'dı, Harbiye öğrenciliğinden beri giderdi.

Ankara'da Karpiç lokantası'nın müdavimiydi.

Bolşevik ihtilalinden kaçan, “Karpiç baba” lakabıyla tanınan, Gürcü kökenli Juri Karpovich tarafından işletiliyordu. Aslında lokantanın ismi Şehir Lokantası'ydı ama, herkes Karpiç lokantası diyordu. Kravatsız müşteri kabul edilmezdi. Müzikliydi, pisti vardı, dans edilirdi. Masaları daima bembeyaz örtülüydü. Rus ve Fransız mutfağı servis edilirdi. Hatırlı müşterilere havyar ikram edilirdi. Garsonlar smokinliydi, sosyal yaşamın merkeziydi.

Türk insanı Cumhuriyet'le birlikte eğlenme özgürlüğüne de kavuşmuştu.

Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, teşvik ederdi. Restoranda, akşam yemeğinde çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye verirdi.

Para ödemeden asla çıkmazdı. Hiçbir mekanda tek kuruş hesap bırakmazdı. Kimsenin kendisinden para istemeyeceğini bildiği için, kalkmadan önce mutlaka kontrol ederdi, gazinocunun parasını ödediniz mi? Ödendi cevabını almadan, emin olmadan kalkmazdı.

Çay aramazdı. Kahve tiryakisiydi. Günde 30 civarında Türk kahvesi tüketirdi. Çalışırken peşpeşe isterdi. Köpüklü severdi. Sade içerdi. Savaş yıllarında şeker çok kıymetliydi, karaborsada bile bulmak çok zordu. Ömrü savaşlarda geçen kuşakların tamamı gibi, Mustafa Kemal de mecburen şekersiz içmeye alışmıştı. Yurtiçi seyahatlerine eşlik eden kütüphanecisi Nuri ve garsonu İbrahim, ne olur olmaz belki gittiğimiz yerde bulunmaz diye düşünerek, yanlarında mutlaka çiğ kahve, çekilmiş toz kahve, cezve taşırlardı.

Rakı içerdi. Zihnini dinlendirme ilacıydı. Adabıyla, ölçülü tüketirdi. Sarhoş olduğu asla görülmedi. Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi. Gündüz içmezdi. (Sanki elinden kadehi düşürmüyormuş gibi anlatırlar ama, Mustafa Kemal'in elinde rakı kadehiyle çekilmiş fotoğrafı bile yoktur.) Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi. “Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi. Çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı. Dimitrakopulo ve Bilecik markalarını severdi. Buz koymazdı. Buz gibi su isterdi. Meze aramazdı. Sarı leblebi olmazsa olmazıydı. Yemekle beraber içmezdi. Önce rakı faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi. Sofrada altı yedi saat otururdu, bunun en fazla bir saati rakı'lı olurdu. Nadiren viski içerdi. Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi. Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi. Sadece yabancı misafirlere ikram edildiğinde masaya gelirdi. Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.

Poker ustasıydı. Özellikle parasına oynardı, çalışma arkadaşlarının hırs'larını tamah'larını zafiyet'leri poker masasında test ederdi. Kazanırsa, kazandığı paraları iade ederdi, kaybederse öderdi. İskambil oyunlarının tamamına hakimdi. Briç oynardı. Bezik oynardı. Kanasta oynardı. Tavla'ya Manastır'dayken başlamıştı. Harp okulu öğrencisiyken, Babıali'de Stefan'ın kıraathanesine, Meserret Kıraathanesi'ne, Sirkeci'de Yani'nin kıraathanesine takılırlardı. Bilardocuydu. Beyoğlu'ndaki Lüksemburg kıraathanesinde öğrenmişti. O zamanlar kahvehane oyunu değildi, aksine zengin sporuydu, eğitimli ailelerin evlerinde bilardo masası bulunurdu, ayrıcalık göstergesiydi. Altı tane masası bulunan Lüksemburg'ta Fransızca konuşulurdu. Çankaya Köşkü'nde bilardo masası vardı, Paris'ten getirilmişti. Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı. Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti. Arada ıstakayı bırakır, notlar alırdı.

Müzikseverdi. Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik yönüyle de ilgileniyordu. Dinlemeyi de severdi. Söylemeyi de severdi. Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi, makam bilirdi. “Hayat musikidir” diyordu. “Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir” diyordu. Rumeli türkülerinin yeri ayrıydı. Vardar Ovası'nı dinlemekten bıkmazdı. Alişimin Kaşları Kare, Ayağına Giymiş Sedef Nalini, Bülbülüm Altın Kafeste… Tekrar tekrar söyletirdi. Fuzuli’nin Nedim'in güftelerini çok beğenirdi. Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi. Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı. Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu. Gazel okuturdu. Fasıl severdi. Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde incesaz heyetini çağırırdı. İstek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi. Safiye Ayla için “dünya çapında” diyordu. Onun sesinden “Yanık Ömer”i dinlemeye doyamazdı. Müzik kitaplarını incelerdi. Fransız müzik teorisyeni Albert Lavignac'ın “müzik ve müzisyenler” eserini orijinalinden okumuştu, satırların yanına notlar almıştı. Barok müziğe meraklıydı. Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırıyordu.

Rahmetli olduğunda sayım yapıldı. Çankaya Köşkü'de 464 adet plak vardı. Beethoven'ın eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası'nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası'nın albümlerini satın almıştı. Caz dinliyordu. Müzik arşivinde, Paul Whiteman'dan Last Night, Jan Garber'den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton'dan Nothing Else To Do, Harry Roy'dan Cheek to Cheek parçaları vardı. Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi'den Murmuraki'yi çok severdi. Tango, vals, foxtrot plakları vardı. En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti. Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı. Deniz kızı Eftalya'nın 20'ye yakın plağı vardı. Münir Nurettin'den Etme Beyhude Figan, Yüzün Şen… Hikmet Rıza hanımdan Kirpiklerinin Her Teli, Son Hatıra… Belkıs hanımdan Aşkıma Uzaktan Bakan, Öpüşürken… Afitap'tan Benim Tatlı Esmerim, Bahçenizde Bir Gül Olsam… Nezahat hanımdan Seni Sevdim şarkıları vardı. Çankaya'da Dolmabahçe'de Yalova'da Savarona'da treninde, gramofonsuz mekanı yoktu.

Şahane dans ederdi. Çocukluğundan beri meraklıydı.

Tee rüştiye talebesiyken, mahalle arkadaşı Fuat Bulca'yla birlikte Halil efendi'nin salonuna giderlerdi, Selanik'in ilk dans okuluydu. Vals ve polka öğreniyorlardı.

1935… Sovyetlerin en ünlü opera ve bale sanatçıları, efsane besteci Dmitri Şostakoviç liderliğinde Türkiye'ye geldi. Beş hafta kaldılar, İstanbul, Ankara ve İzmir'de 23 konser verdiler. Turnenin sonunda konuk sanatçılar onuruna Ankara'da balo tertiplendi. Mustafa Kemal, Bolşoy'un sopranosu Maria Maksakova'yı dansa kaldırdı, vals yaptı. Saat 22'de başlayan balo, sabah 7'ye kadar sürdü! Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”

Muhteşem zeybek oynardı. “Milli dans” olmasını arzu ediyordu. Köy düğünlerine denk geldiğinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı.

Gönlünden geçtiği gibi yaşardı. O ne der, bu ne der, mahalle baskısı, umursamazdı. İnsanların da tıpkı böyle, özgürce yaşamalarını isterdi.

Tiyatronun hamisiydi, çok severdi, çok sık giderdi. Sinema da öyle… Çankaya'da veya Dolmabahçe'de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, ilgiyi arttırmak için bizzat sinemaya giderdi. Hatta herkes görsün diye yürüyerek giderdi.

Yıl 1923… İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması vardı. Türkiye'nin ilk sinemacısı Cemil Filmer işletiyordu. Mustafa Kemal, Latife'yle birlikte geldi. Locaya oturdular. Salona baktı, hınca hınç doluydu ama, herkes erkekti. Cevabını gayet iyi bildiği halde “neden hiç kadın yok?” diye sordu.

“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” dediler.

Yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi. Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu. Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu.

Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.

Milattı…

Kadın-erkek bir arada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.  Bu muhteşem hadisenin keyfini uzatmak istiyordu. “Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” dedi. Kahkahalarla tekrar seyrettiler.

Kadının toplumdaki yerini çok önemserdi. “Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur.” Diyen Atatürk ''Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi?’' Diye sordu.

Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların “medeni insan” olduğunu söylüyordu.

“Çalışmasını da biliyoruz, yaşamasını da biliyoruz, medeni insanın yolundayız, atalarımızın sözü var, nimet için zahmet gerek, zahmetler nimet içindir, çalışalım yaşayalım” diyordu.

Kurtuluş savaşı, halkın egemenliği, devrimler, elbette hepsi çok çok önemlidir ama… Cumhuriyet aslında, hayatın ta kendisidir. Yaşasın Cumhuriyet diyebilmek için, öncelikle yaşam sevinci gerekir.

Memlekete dair endişeleri olan, geleceğe dair karamsarlığa kapılan gençlerimiz asla unutmamalıdır ki… Türkiye'nin kurtuluş reçetesi, daima, Cumhuriyet’in kendisidir Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşam felsefesidir. 

Atam izindeyim.

Yorum Yap

Yorumlar (5)

  • Profil Resim
    Alican Kıvcı

    Ne Mutlu Türküm Diyene!

    Cevap
  • Profil Resim
    Nuran Müftüoğlu Güler

    Çok güzel ve Gazı Paşam'ın dehası yanında insan olarak da sosyal yaşam mükemmelliğini de kapsayan bir yazı. Kutluyorum Tuba hnm.

    Cevap
  • Profil Resim
    Alper Çetinkaya

    Çok güzel bir yazı olmuş. Cumhuriyet umut kaynağımız.

    Cevap
  • Profil Resim
    Özgür Barış Aldemir

    Kaleminize sağlık. Çok güzel anlatmışsınız.

    Cevap
  • Profil Resim
    Dilşad Köseoğlu

    Ata'mızın bilinmeyen bir çok yönünü ortaya çıkaran çok başarılı bir yazı olmuş.. Kaleminize, emeğinize sağlık 🙏

    Cevap

Yazarın Diğer İçerikleri

Fonda Hep Mi Ünzile Çalacak, Hiç Mi Bitmeyecek
Kız Kardeşlikler ve Hikayeleri Daima Çok Özeldir
Eğer Bir Seçim Yoksa Sonuçlarına Katlanabileceği Bir Yaşam da Olmamalı
İletişim Yetinizin Hakkını Verebiliyor musunuz?
Biz Olduğunuzda
Başarı Dediğin Şey
Kadının ve Türk Kadınının Değeri
Ne Menem Bir Duygudur Şu Kibir
Bende bu toplumun bir kadın üyesi olarak dile gelmek istedim.
Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü
İnsanlığın En Masum Hali